21 Ağustos 2020 Cuma

Pişman

Ruhumu günden güne zımparayla kazıyan pişmanlık denilen duyguyu bütün benliğimde taşımaya devam ediyordum. Saatlerce taşınan bir yük artık sıradan gelir belki, ama bu benim için geçerli değildi. Yükümün tabiatı her geçen gün değişiyordu, bazen ağır bir yük geliyor, bazen hafifliyordu. Bu histen nasıl kurtulabilirdim? Pişmanlığın tek çaresi, onu kanıksamak değil miydi, yoksa en azılı katiller, yaman hırsızlar nasıl devam ederlerdi hayatlarına, hiçbir şey olmamış gibi? 

Nelerden pişman olduğumu hatırlayamıyordum. O kadar çok hata yapmıştım ki, artık her şey birbirine girmişti. Bir de artık yaşlanıyordum, gençliğime dair en keskin anılar dahi kör bir bıçak haline geliyordu artık. Aslına bakılırsa, bazen buna seviniyordum. Kanıksamaktan bile iyi bir çözüm değil miydi unutmak? Şüphesiz öyleydi. Ancak bazen nelerden pişmanlık duyduğumu hatırlamaya çalışırken, daha önce pişman olmadığım şeyleri de hatırlıyor, durumu katlanılmaz hale getiriyordum. Bazen olmayan şeyler, olan şeylerden daha gerçek gibi karşımda duruyor, günlerce etkisinden kurtulamıyordum.

Yürüyordum, her sokağı birbirine benzeyen şehirde. Öyle bir benzerlikti ki bu, kaybolan, kaybolduğunun farkına varmazdı. Köşeyi dönünce tabelası eskimiş, yazısı silinmiş bir kafeye attım kendimi. İçerisi, tabelası kadar silik değildi. Her ne kadar tabeladan da eski -benim gibi- birkaç kişi otursa da, çoğunluk gençti, benden 30-40 yaş küçüktü bu gençler. Yerlerinde olmak için her şeyimi verebileceğimi hissediyordum. Bu hissi daha fazla yaşamamak için yaşlılardan birinin yan masasına oturdum. Masanın üzerinde bir gazete vardı, gıcır gıcırdı, kimse okumamıştı belli ki. Garson çok geçmeden elinde bir kağıtla çıkageldi. Kısa kollu, kareli bir gömlek giymişti.

"Buyrun efendim." dedi ve menüyü uzattı.

"Bu kadar kolay efendi olunan bir başka yer var mıydı acaba dünya üzerinde?" diye düşündüm önce, sonra bunu düşünmenin saçma olacağına kanaat getirdim.

"Sütlü kahve getir evladım." deyince, buradan daha kolay evlat sahibi olunacak başka bir yerin olamayacağı düştü aklıma, güldüm düşündüğüme. Garson çocuk geldiğinden daha da hızla geri döndü. Merakla yapıyordu işini, yeni başlamıştı sanki, utangaçlığı halen üzerindeydi. Patronlarına kendini kanıtlamak arzusunda olduğunu hissettim. Bana benziyordu. Küçük yaşlardan itibaren yapmadığım iş yoktu, ben de her işte patronuma kendimi kanıtlamak zorunda hissederdim kendimi. Bir kere "aferin" kelimesini duyduğumda, günlerdir susuz olan bir adamın suya kavuşması hissini deneyimlerdim. Gülümsedim.

Önümdeki gazeteye baktım, manşeti hiç tanımadığım bir ismin, hiç tanımadığım bir başka isimle olan kaçamağıyla süslenmişti. Gözüm yazıları süzerken, kamufle olduğumdan yandaki masayı dinliyordum. 

"Bizim oğlan evlenmez bu gidişle, kaçırdı güzelim kızı." dedi otorite olduğu her halinden belli olan, 60'lı yaşlarını yaşayan kadın. Saçlarında bir tek tel dahi beyaz değildi, eğer boya değilse, gıpta edilesi bir şeydi bu. Halbuki benim saçıma ilk beyaz nereden baksan 40 yıl önce düşmüştü. Ailede görülen bir şey de değildi, o zamanlar saçlarımın beyazlamak için acele etmesini, strese bağlamıştım.

"Evlenmesin, ne yapayım? Kaç yaşına geldi, bekçi miyim ben bunun başına?" 

"Ne bekçisi yahu, ne diyeceksin el âleme? Nişan atalı 5 yıl oldu, o günden beri biriyle görüşmedi."

"Ben demedim mi ona "o kızla nişanlanma oğlum" diye? Adam olsaydı da sözümü dinleseydi! Ne oldu sonra, tıpış tıpış gelmedi mi geri? Hayvan herif." 

Yan masayı dinlemenin bu kadar yorucu olduğunu bilmiyordum. Bu adamın tansiyonu hiç düşmez miydi acaba? Yetmezmiş gibi her cümlesinden sonra öksürüyor, boğazını itinayla kazıdıktan sonra çayından höpürdeterek bir yudum alıyordu. Çayını bitirmemeye yeminli gibiydi, her seferinde ancak bir iki damla içiyordu. 

"Ya hayır bir de..." diye tekrar söze girince, daha fazla dayanamayıp tuvalete gittim. Ağzından irin damlıyordu zira. Hedefim, yüzümü yıkadıktan sonra hesabı ödeyip gitmekti bu boğucu kafeden, kahvemi dahi içmeden. Sonra, -boşa para vermemek için midir bilinmez- burada biraz daha oturmak istedim. Su, yüzümün her zerresini ıslatınca, merak içinde aynaya baktım.  Yılların mühürleri yerli yerindeydi. Her şeyi temizleyen su, ne kar yağmış kirpiklerimi ne de kırışıklıkları giderebilmişti. Ağır aksak yürüyerek -yıllardır böyleydim, topuğumdaki ağrı aksine imkan vermiyordu- masama geçtim, garsonu kahveyi bırakırken gördüm. Teşekkürlerimi iletmek için ona yetişmek istedim, biraz olsun hızlı yürümeye çalışsam da başaramadım. 

Kahve iştah açıcı duruyordu, yanına ufak bir bisküvi iliştirilmişti. Kahvenin üstüne bir motif bırakılmıştı, sütün köpüğü müydü acaba bu? Pek de önemli olmadığının farkına çok geçmeden vardım. Dumanları halen üstündeydi, utanarak da olsa höpürdeterek içmek zorundaydım. Dilim yanmaya görsün, iki üç gün hiçbir yemeğin tadı çıkmazdı. İlk yudumla birlikte, yan masadaki adam öksürmeye başladı, höpürdetmeme tepki mi göstermişti bu kaba adam? Bilerek yapmadığım da açıktı oysa. Bu utançla birkaç saniye hemhal oldum.Sonra, adamın birkaç saniye aralıklarla öksürmeye devam etmesi, bir tepki olmadığını kanıtlar nitelikteydi. Rahatladım, şimdi yan masayı dinlemeye devam etmem için her şey müsaitti.

"Özlemiyor musun?"

"Kimi?"

"Kimi olacak yahu? Kimi konuşuyoruz biz?" 

"Neden özleyeyim? Kendi başını yaktı, yaktığıyla kaldı. Sen özlüyor musun yoksa?"

"Neyse." Kadının hayal kırıklığına uğradığı sesinden belliydi. "Neyse" derken karşı tarafa hiçbir şey anlatamayacağının farkındalığını taşıdığı açıktı. Konuyu açan da oydu aslında, belki de karşı taraftan bu kadar sert bir karşılık alacağını düşünmemişti.

Adam uzaklara bakmaya başladı, ben de bundan faydalanarak bisküvimden son parçamı aldım. O kadar lezzetliydi ki, her ne kadar hiç adetim olmasa da garsondan tekrar isteyecektim. Annemin yaptığı kurabiyeler aklıma gelmişti. Öylesine çok sevilirdi ki kurabiyeleri, "Hayriye'nin kurabiyeleri" diye isim takılmıştı. Elimi kaldırdım, çok geçmeden geldi. Çocuk ara sıra topallıyordu, nadiren de denebilirdi. İlgimi çekti, nedenini sormak istedim. Tam soruyordum ki, aklıma bu sorunun onu incitebileceği düştü, kendimden utandım, soramadım.

"Bisküvilerinizden bir tane daha alabilir miyim, mahsuru yoksa?"

"Tabii efendim, hemen getiriyorum." dedi çocuk. Yan masadaki adam duyulacak kadar bir sesle söylendi:

"Pisboğaz!"

Allah Allah, nereden çıktı şimdi bu? Göz ucuyla baktım, bana bakmıyordu. Kadına mı dedi diye baktım ancak o da bir şey yemiyordu. Hiçbir şey söyleyemedim, bana söyleyip söylemediğini anlamadım. Gerçi, söylese ne diyebilirdim ki, korkutucu bir görünümü vardı. Geldiğimden beri ağzından iyi bir kelime çıkmamıştı. Buraya oturduğuma pişman oldum, kendime acıyordum. Yüreğimdeki o derin pişmanlığı atabilmek için geldiğim bu yerin de çare olmadığını gördüm. Bununla birlikte, olmasını beklemek de hataydı zaten, zira içten gelen bir duyguyu, dıştan gelen bir şeyle bastırabilmek mümkün değildi. 

"Çocuk da pişman oldu sonra."

"Ne yapayım pişmanlığını onun? Yapar yapar pişman olur."

"Yanlış yapmadan nasıl öğrenecekti işin doğrusunu?"

"Ben hata yaparak mı öğrendim, biraz büyük sözü dinleseydi böyle olmazdı."

Söylenen şeylere cevap verme isteğim giderek artıyordu. Bu adam, nasıl bir disiplinle yetişmişti ki, hata yapmayı dahi hor görüyordu? Çocuğuna acıyordum. Nişan atacak raddeye geldilerse, onun da bazı sebepleri olamaz mıydı? Haksız olsa bile, bir şeyleri öğrenmişti belki de.

"Hey, çocuk! Bir bak buraya." diye çağırdı garsonu "hatasız adam".

"Çay getir bir tane" dedi ve eşine döndü, "sen alıyor musun?"

Göz ucuyla yan masayı süzüyordum. Adam bana bakıyordu. Bana çay ikram edecek hali yoktu herhalde. Kadından da bir ses gelmiyordu. Sonradan, "Tamam çocuk, bir tane çay getir bana." diyerek gönderdi garsonu. Adam bozuk bir plak gibi geriye sarıp tekrar açtı konuyu. İçini soğutamamıştı belli ki.

"O kızcağız ne yapıyor şimdi?"

"Hiç haberini almadım şu ana kadar."

"Almazsın tabii, yalnızca oğlanı düşün sen. O kızın ne yaşadığını falan düşünme, aman ha!"

"Üstüme gelmeye devam edecek misin böyle Hakk..." 

Sorusu, garsonun çay servisiyle sekteye uğramıştı kadının. Garson, günün yorgunluğundan olsa gerek, biraz yavaş hareket ediyordu. Çayı bırakmak için eğilirken, bardak bir anda kayıverdi çay tabağından. 

"İşte şimdi yandık!" diye geçirdim içimden. 

Adam feveran etti. Aniden kalktı, pantolonu ıpıslaktı.

"Sen ne biçim garsonsun? Yandım cayır cayır, hayvan herif! Adın ne ulan senin?"

"Kusura bakmayın efendim, elimden kaydı. Çok özür dile..."

"Bir de özür diliyor. Adını söyle, şikayet edeceğim seni, beceriksiz herif!"

Çocuk tam "Nec..." diye söze girmişken adam daha da hiddetlendi.

"Ahlaksız, utanmaz!" 

Bu kez ben de dayanamayıp, söze girdim. 

"Beyefendi, fazla oluyorsunuz! Çocuk bilerek mi yaptı? Siz hiç hata yapmaz mısınız?"

"Sen kimsin ulan? Sen kimsin de bana karışıyorsun?"

"Saatlerdir sizin yanınızdayım, ağzınızdan bir tane güzel kelime çıktığını duymadım. Çocuğun da daha fazla üstüne gitmeyin. Daha çocuk o. Utanmıyor musunuz?"

"Ulan herkes kendini filozof sanıyor! Hayriye kalk, gidiyoruz!"

Çocuk ağlamaklıydı. Bardağı yerden almak için eğildi. Saçlarının önünde bir iki tane beyazlık seçiliyordu. Bardağı toplayıp, mutfağa doğru yönelirken, daha da çok topallamaya başlamıştı. 

Durdum. Adam apar topar, kaçarcasına çıktı kafeden. Bense koltuğa attım kendimi, sanki bir bataklığa saplanmış gibiydim. Artık farkına varmıştım.

Pişmanlığım, sert bir dalga gibi çarptı suratıma. Evlenmek için gün sayarken, dayanamayıp yüzük attığım Nadime, sanki karşımdaydı. Onu bıraktıktan sonra, hayatının tepetaklak olduğunu duymuştum. Yüzüme bakanlar, aşağılık bir adamın yüzüne bakıyorlardı sanki. Bir ömür bu suçlamayla kavurdum kendimi, kızgın mı kızgın bir bedende. Kimseyle görüşecek cesaret bulamadım. İnsanların suratından korkar oldum, sanki hepsini bir yargıç gibi görüyordum.

Hatırlamıştım.

Önce gözlerim ağırlaştı, sonra bütün bedenim. Ayaklarım, tonlarca ağırlığı kaldırmaya çalışan bir vinç gibiydi. Başımda alışılmadık bir sıcaklık...

Hatırlamak, ne kötü şeydi.