23 Şubat 2021 Salı

Bitme(!) Kalem

"Yok arkadaş, yok yahu!

260 lira verdim ben bu dolma kaleme, tam beş aydır maaşımdan ayırıp kenara az az para attım da öyle biriktirdim parasını, düşünün, maaşım 300 lira be benim! Yok işte! Yani, kalem var... Kalem var ama kapağı yok! Neye yarayacak kapağı olmayınca, bütün mürekkebi birkaç saat sonra kuruyacak. Hadi mürekkebini buldun, bir de ona para verip aldın diyelim. Ne yapacaksın bunu, cekete koysan ceketi boyar, peçeteye sarsan peçete dayanmaz, hadi dayandı diyelim, el âlem önünde peçeteden mi çıkaracaksın zebellaya rahmet okutan bir kalemi? Demezler mi yahu, 'görgüsüze bak hele, kalemi peçeteye sarmış' diye? Aynı kalemden bir tane daha alayım desem, Batı Almanya'daki akrabalardan yalvar yakar getirttim, bir daha yalvarmaya yüzüm yok. Hoş, param da yok. 

Off... Nereden de heves ettim buna, yıllardır ucuz alıp defalarca kez değiştire değiştire kullandığım tükenmez kalem neyime yetmiyordu ki? 'Benim ne eksiğim var Murat'tan?' diye düşünen kafama taşlar düşsün. Sen kim, 260 liralık dolma kalem kim be!

Neyse, sakinleşmem lazım. Ne yapalım, yazacağız işte sabaha kadar. "Sen de ne cimriymişsin!" demeyin kardeşim bana, 260 lira diyorum! Bırakmam, vallahi de billahi de kuruyana kadar gözümü kırpmam, deli gibi yazarım. Durun gülmeyin, ya ne yapacaktım? Mürekkebini bırakacağım öylece, kuruyacak, sonra ben de yanıp giden kalemin mürekkebinin kokusunu teneffüs edeceğim, ciğerlerimi onunla dolduracağım, öyle mi? Yok öyle yağma! 

Dur bakalım, düşüneyim biraz. Ne yazılır şimdi? İsmimi yazarak başlayayım bari:

'Arif'

***

Beş dakika bekledim masanın başında, ilham milham gelmedi, ismimden gayrı tek kelime yazamadım. Ya bu ağzından 'ilham'ı düşürmeyen yazar taifesi yalan söylüyor ya da bu meret bile adamına göre muamele ediyor, bilemiyorum. Ama elimi yüzümü yıkadım, şimdi bir kez daha geçtim masanın başına. Kararlıyım, inşallah şimdi gelecek, gelmek zorunda. Bu ne gibi biliyor musunuz? Sanki elimde dondurma varmış da yemediğim her saniye elime damlıyor gibi hissediyorum. Keşke elime damlasa gerçi, en azından kuruyup kalmazdı...

Bari kalemle vedalaşmadan önce, kısaca tanıtayım size bu nadide eseri. Hem ben de unutmamış olurum, kim bilir, seneler geçince kâğıdı gözyaşlarımla ıslatarak okurum bu satırları... Gerçi unutulur mu, 260 l... Neyse.

Gri bir kapağı var ama nasıl anlatsam, gümüş gibi. Sahtesinden değil ha, ne diyorlardı ona, imdasyon mu, yoksa imidasyon muydu? Öyle değil işte! Kuyumcuda tartıyla tartılıp satılan o gümüşler var ya, ondan. Ucu da sapsarı, altından. Konu komşunun düğününde taksan yedi sülalesi ihya olur, o derece. Anlayacağın, en kalitelisi buymuş. Tabii kalem kaliteli olunca, kuruması da öyle hemencecik olmazmış, kapağı kapatıldığı sürece. Kalemin gövdesi de gri, hatta 'gıpgri' diye bir kelime varsa eğer, öyle bir gri... Diğer bütün grileri kıskandıracak kadar güzel bir gri. 

Kalem demişken... Açıklamama izin verin lütfen. Ben bu kalem işine düşecek biri değildim. İş yerinde bilmem kaç saat yaza yaza parmaklarım bükülüyor zaten. Bundandır ki, iş yerinden başka bir yerde elime kalem almam, tövbeliyim. Ama Murat denen, (affedin lütfen ama) meymenetsiz adam, öyle bir hava attı ki kalemiyle, sanırsınız divan katibiymiş de, vezirin sözünü geçiriyor kâğıda! Ben de ne yapayım, kıskanınca kıydım paraya, alıverdim. Daha bugün geldi, siftah dedik, bakalım dedik, yazalım dedik. Yarın arzıendam ettireceğim diye içim içime sığmıyordu ama görüyorsunuz, kapağını kaybettim işte, yok!

Bir dakika...

Acaba kapaksız geldi de ben mi hatırlamıyorum?

Yok canım, olur mu öyle şey? Kaç kere denedim kapağı tam kapanıyor mu diye, kapağı vardı.

Kusura bakmayın, insan eline böylesine kaliteli bir kalem alınca duramıyor. Yazarlık da böyle bir şey herhalde, alıyorlar ellerine pahalı mı pahalı bir kalem, yazıp duruyorlar sonra, çıkıyorlar sonra, roman yazdım, öykü yazdım diye. Yoksa insan durup dururken yazı yazar mı hiç?

***

Bir çay koydum, geldim. Kalemimi üç dört dakika kendi haline bıraktım ama baksanıza, tık demiyor, jilet gibi yazıyor vallahi. Neyse, devam edeyim.

İtiraf edeyim, sayfayı baştan sona okuyunca, kendimi yazar gibi hissetmeye başladım. Ha, dur, size bununla alakalı bir şey anlatayım:

Ben yazarlara deli derdim önceleri, bilir misiniz? 'Kendi kendilerine konuşuyorlar, karşılarında biri varmış gibi.' diyordum. Sonra da 'tonla para kazanıyorlar.' diye söylenip dururdum. Şimdi ben de o deliliğin içine düştüm herhalde, baksanıza, karşımda siz varmış gibi başladım yazmaya. Yazarlarla ilgili fikirlerim biraz değişmedi dersem yalan olur tabii. Ama şimdi de kitap okuyanlar bir garip gelmeye başladı. Yahu, zaten günlük hayatta yeterince insanla karşılaşıyorsun, niye roman okuyup daha da fazla kişiyle yüz göz oluyorsun ki? Kendi kendilerine zarar veriyorlar, haberleri yok. Bir de tutturmuyorlar mı, 'kültür efendim... kültür' diye, vallahi fıtık oluyorum. Bir kitap da kaç paradır, kim bilir! Gerçi kitabı boş verin, bir dolma kalem daha pahalı (hatta elimde tuttuğum en pahalısı), onu biliyorum. Bilmez olaydım!

Yazmak gerçekten de zevkli bir işmiş be! Bizim Murat denen adam da anca alsın önüne bir kâğıt, yüz tane imza atsın bir kâğıda. Soruyorum 'ne yapıyorsun?' diye, 'imza deniyorum.' diyor, israf be israf! Bir de yazdığı şey güzel olsa bari, nerede onda böyle kalem? Yani kalem derken, yazan kişi anlamında söylüyorum, yanlış anlamayın. Gerçi, bir ben okuyorum bunu, ben de yanlış anlamam herhalde.

Yazarların üzerine biraz daha düşüneyim...

Okunmayan yazarlar ne yapıyor acaba? Haydi ben farkındayım kimsenin beni okumadığını, onlar da duvara karşı konuşur gibi mi hissediyorlar ki?

Bu arada, yazarken düşünmek de mümkünmüş. Bülbül gibi şakıyorum, baksanıza.

Ne yazsam... Ne kaldı yazılacak?

Sabah 6'da kalktım bugün. Yahu şehri ben uyandırıyorum sanki, 6 nedir yahu? (Patron bir dakika geç kalırsan maaştan kesiyor, hele bir kalkma bakalım!) Kahvaltıda haşlanmış yumurta yedim, kayısı kıvamındaydı. Aslında ben çok pişmiş severim de, tutturamadım bu sefer.

Öğlen, iş yerinde tabldot çıktı. Pilav vardı, ama ne biçim pilav! Çocuk yese dişi kırılır, dede yese basar küfrü, 'taş mı yedireceksiniz bize' diye. Hee, mercimek çorbası güzeldi, onun hakkını yemeyeyim. Cacık vardı, bir de sulu köfte. Yemekler genelde güzel oluyor bizim iş yerinde, nadiren bozuyor, bugünkü pilavda olduğu gibi.

Akşam makarna yedim, bir de yanına salça kavurdum, sonra biraz da su döktüm üstüne, makarnanın üzerine koydum, off! Değme keyfime!

Gün bitti.

Saat 10'u geçiyor, 11'de uyusam... 7 saat uyur, uyanırım, o da bana yeter. Dur hele, alarm kurup geleyim, sonra unutuyorum.

***

Buldum! Buldum! Ne diyorlardı ona, Evareka... Evıreka mıydı yoksa? Evıreka! Evıreka!

Akıl alacak gibi değil yahu, kapağını kutusunda bırakmışım kaybederim diye, sadece kalemi almışım. Zeki adamım tabii, biliyorum huyumu.

Zaten değil sabaha kadar, beş dakika bile çekilecek çile değilmiş bu yazma işi. Yazarlık iyiymiş falan dedim de, insan kendini kandıramıyor ki, yazdığına inanamıyor! Yazarlar da kendi yazdıklarına inanmıyorlar demek ki.

Artık kararımı verdim, yazarlık delilik değil de, uydurukçuluk işi herhalde. Yoksa nasıl yazacaksın öyle koca koca şeyleri, dayanabilir mi yahu insan? Salla bir şeyler, inansın el âlem... Geçen bir arkadaş çıkageldi, sonra nedendir bilmem, konu bir anda kitaplara geldi. Laf aramızda, en sevmediğim muhabbettir kitap muhabbeti... Neymiş, bir adaya düşüyormuş da bilmem kaç yıl tek başına yaşıyormuş... Sonra bir tane adam geliyormuş adaya, bizimki de adını Cuma koyuyormuş... Yok daha neler! Adaya düşse ikinci gün telef olur be! Neydi onun adı, Robin Kruzo muydu? İnsanlar inanıyor mu acaba buna? Vallahi gülmekten çatlarım öyle bir şey varsa, kusura bakmayın.

Neyse... Fazla harcamayalım mürekkebini, malum, yarın arkadaşlara göstereceğim. Gel hele Murat, gel... Kalem gör kalem!

Aa, unutmadan tarihi de atalım... Ayın kaçıydı bugün yahu?

Hatırlayamadım. Neyse, 1963 yazıp geçeyim, kim okuyacak zaten!

Haydi eyvallah!"


Son düzenleme tarihi: 24.02.2021 19.13