17 Mart 2023 Cuma

Akıl

“'Aklımı mı kaybediyorum acaba? Yok yahu... Akıl, kazanılacak bir şey mi sanki en başından? Zor bir soru... Bilmiyorum. Bunun gibi daha çok soru soruyorum, 'sorma' deniyor. Sorma dedikçe diretiyorum, 'Olur mu öyle?' diye, 'Sorma!' diyor, bu kez ünlem işareti koyuyorlar sonuna. Ürküyorum, 'Neden?' diyorum, 'Aklını kaçırırsın.' diyor ve ekliyorlar, 'Sorma kardeşim!'. İnanmıyorum, 'Olur mu öyle şey?' diyorum ama bu sefer kendime söylüyorum bunu. Zira içten içe bir korku salıyor içimi, 'Kaybeder miyim sahiden?' diye. Mahalledeki 'deli abi' örnek veriliyor, 'Çok zekiydi o... Bir görsen. Ama sonra... Soru sormaya başladı, sordukça bulamadı cevabını, cevabını bulamadıkça daha çok sordu... Sen de onun gibi olursun mazallah...' diyorlar. Onlar, akıllarını kaybetmediklerini, akıllarını kaybedecek kadar çok soru soramadıklarını itiraf ederek söylüyorlar, ben şaşırıyorum. 'Soru sormak için değil midir akıl?' diye soruyorum kendime. 'Yok!' diyorum, 'Başka bir iş var bu işin içinde.'

Gidiyorum, kapı kapı dolaşıp arıyorum 'deli abi'nin evini. Adı bile yok, 'deli' diye sesleniyorlar ona, o da kendini bildiğinden mi yoksa zoraki mi bilmem, anlıyor kendisine seslenildiğini... Sırtında on beş yirmi sene öncesinin modası bir mont, yaz kış, çıkartmadan giyer... Merak ediyorum, 'Acaba on beş yirmi sene önce kendi isteğiyle mi aldı acaba bu montu?' diye. 'Modayı takip eder miydi, bilir miydi?'

Ayakkabısını hatırlamaya çalışıyorum, yok... Gelmiyor aklıma. Bej renginde miydi, bej rengi nasıl bir şeydi? Siyahtı... Yok yahu, ne siyahı. Herkes siyah giyiyor diye, o da mı siyah giyecek!

Montunun önü mütemadiyen kapalı. İçini gören olmamış. Tişört vardır herhalde, yoksa pişer bu sıcakta mont ile. Öte yandan içini merak eden de olmamış, ismini bile kimse bilmez.

Köşebaşını döner dönmez ilk apartmana giriyorum, 'Zıvana Apartmanı'. Başlıyorum ilk evden, soru sormaya.

'Deli abi... Deli abi sizin evde mi?'

Adam kaşlarını çatıyor, suratındaki kırışıklar hâkim oluyor bütün duygularına belki de.

'Ne diyorsun be çocuk!'

Kapatıyor kapıyı. Selam vermedim diye herhalde... Karşımda kırışıklarıyla duran adamın yerinde şimdi tahta bir kapı var. Hangisi daha çirkin, karar veremiyorum. Ama pes etmek yok! O 'deli abi' bulunacak, ismi öğrenilecek, soru sorduğu için mi aklını kaybetti, bilinecek!

Tekrar zile basıyorum. Bu kez daha tecrübeliyim... Önce selam vereceğim, sonra soracağım, yoksa kızıyorlar işte. Anlamak gerek.

Açan yok.

Ya evde yoklar ya da dürbünden baktıklarında kapıyı açmaya değer görmediler suretimi. Aman, açmazsan açma be!

Üçüncü katın ziline basmaya çıkıyorum, bacaklarımda hafiften bir ağrı, üstümdeki montun ağırlığı sanki merdiven çıkmama engel oluyor. Neyse...

Bu sefer zile basmayayım, belki de zilin sesinden rahatsız oldular. Kapıya vurunca açmak zorunda hissediyor çünkü insan, kapının ardında sanki bir Sultan varmış gibi düşünüyor bence.

'Tak, tak, tak!'

Ayak seslerini duyuyorum. Kapı açılıyor.

'Buyur evladım.'

'Merhaba Teyze, deli abi sizde mi kalıyor acaba?'

'Anlamadım evladım.' Diyor, sonra suratına bön bön baktığımdan mıdır bilinmez, açıklama gereği hissediyor Teyze. 'Kulaklarım duymuyor da.'

Allah Allah... Nereden çıktı şimdi bu, bir de bağıracak mıyım? Maalesef... Bağırıyorum.

'Deli abi diyorum Teyze.'

Anlaması için zaman veriyorum ve devam ediyorum.

'Sizde mi kalıyor?'

'Evde kimse kalmıyor evladım... Bir ben, bir de iki yanımdaki melek. Gerisi göç etti gitti. Ben de diğer meleği bekliyorum.'

İçimi bir burukluk kaplıyor, 'göç etmek' dediği, ölmek olsa gerek. Diğer melek dediği kim acaba? Tanımıyorum onu. Neyse, eve gidince anneme sorarım. Nereden de geldim be buraya! Deli diye çıktık, bir teyze, bir amca eskittik, arada biz de eskidik!

Bir yere yetişecekmiş gibi selamlıyorum teyzeyi, içim de ısınıyor biraz. 'Melek' kelimesi belki de içimi ısıtıyor. Sahi, neden böyle? Bazı kelimelerin tadı, kokusu, duygusu var herhalde. Duruyorum, zira bir şeyler düşüyor aklıma, bir şeyleri hatırlıyorum. Dün yatağımın kenarında bekleyen uzun, beyaz kıyafetli bir varlık gözümün önüne geliyor tekrar. Acaba teyzenin 'melek' dediği varlık, o bembeyaz kıyafetli varlık mı? Gerçi, benim evime uğrayan melek, benden önce mutlaka bu teyzeye uğramalıydı, zira öyle ki, teyzenin yüzünden iyilik akıyor ve daha da mühimi, başkalarına zarar vermiyor (benden farklı olarak).

'Kendine iyi bakınız.'

Dilimin sürçtüğünü fark ediyorum. Aslında sürçmeden ziyade, kelimeyi öğrendiğim şekilde kullandığımı anlıyorum. Bu sözü kahvehanede duymuştum:

'Kendine iyi bakınız.'

Biraz garip geliyor doğrusu. 'İnsan niye kendine baksın?' diye, hemen anneme sorduğumu hatırlıyorum. 'Güzel bir söz, uğurlama sözü.' diyor ve ekliyor, 'Ama kendine değil, kendinize diyeceksin.'

'Demek ki daha özümseyememişim.' diyorum kendi kendime.

Bu evi de terk ettikten sonra -gerçi içine girmemiştim ki-, bir üst kata gidiyorum. Kapıyı bu sefer cansız çalıyorum, umudum yavaş yavaş tükeniyor. 'Deli abi' denen adamın olmadığını düşünmeye başlıyorum.

Kapı açılıyor, bu kez bir amca, beyaz sakallarıyla karşılıyor beni. Yaşı belki iki, belki üç yüz. Sesi yerin altından geliyor sanki.

'Buyur evladım.'

Heyecanlanıyorum, bu sesin bir insan tarafından çıkarılabildiğine ihtimal vermiyorum. Kulak kabartıyorum, acaba içeride açık bir televizyon mu var, sesi amcayla karışan? Bilemiyorum.

'Buyur evladım.' cümlesini tekrarladığımda, bu cümlenin birkaç dakika önce bir teyze tarafından söylendiğini hatırlıyorum. Bir amcanın yüzüne bir de kapıya bakıyorum fakat hayır, o teyzenin evi bu ev değildi, biliyorum. Hem aynı ev olsa, bu amca da demez miydi, 'Ne işin var?' diye.

Sonra aklıma korkunç ve bir o kadar da üzücü bir şey geliyor:

Acaba meleklerin götürdüğü adam bu mu?

'Yok.' Diyorum, net bir şekilde, 'Yok!' Çünkü melekler götürseydi amcayı, bir üst kata bırakmazlardı herhalde. Neyse... Yaşlılar birbirine benzer.

Düşüncem uzun sürdüğünden midir bilinmez, gözlerini kısarak bakmaya başlıyor amca. Yüzündeki kırışıklıkları pot olmuş bir kumaşı andırıyor, kısılan gözleri bu kırışıklıkların ayan beyan ortaya çıkmasını sağlıyor. Sanki geleceğime bakıyorum, elimi yüzüme atıyorum endişeyle; neyse ki pürüz olmadığını görünce rahatlıyorum. Halen konuşmadığımı hatırlayıp telaşla giriyorum söze.

'Amca... Deli abi... Deli abiyi tanıyor musunuz?'

Soruyu duyunca hafif bir gülümseme yerleşiyor suratına, bu sefer gözünün kenarlarında uyuyan kırışıklıklar doğuyor bütün heybetiyle.

'Bilmiyorum ki evladım. Tanıdık geliyor...' diyor, anlam veremediğim, muzip bir gülümsemeyle.

'Nasıl yani?' diye soruyorum, muzip gülümseme yerini açık açık, dişlerini göstere göstere gülmeye bırakıyor.

'Evladım, nasılsın, iyi misin?' diye soruyor, sabırsızlığım bu sorunun karşısında şahlanıyor, durup dururken, hem de bir soru sormuşken bu hâl hatır sorma faslını anlayamıyorum. Ancak mecburen cevap veriyorum.

'İyiyim Amca, siz?'

İyiyim demesini bekliyorum, der demez 'deli abi'yi tekrar sormak için tetikte bekliyorum. İyiyim diyor ancak konuşmama fırsat vermeden devam ediyor sözüne, yüzünde sanki bir şakaya girişecekmiş de insanların gülüp gülmeyeceği heyecanını taşıyor.

'Çok selamlar sizinkilere. Deli abin de üst katta.'

Kapı yavaşça kapanıyor. İki yüz, üç yüz yıl ne kadar yavaş geçtiyse bu amca için, kapının kapanması da o kadar yavaş cereyan ediyor. Hiçbir şey söyleyemiyorum, bir ara ayağımı kapının aralığına koyup teşekkür etmek geliyor içimden ancak 'Bu sadece filmlerde olur. Ha, belki bir de tecrübesiz bir yazarın öyküsünde…' diyorum kendi kendime.

İçim içime sığmıyor, 'Buldum' diyorum, 'Buldum sonunda!' Merdivenleri heyecan ve korkuyla çıkıyorum. Artık sona yaklaştığımın farkındalığı içime bir korku salıyor, nasıl biri olduğunun ve soru sormaktan aklını kaçırıp kaçırmadığının cevapları... İkisini aynı anda hissetmenin garipliği, bütün bir ruhuma hâkim oluyor.

***

Çıkıyorum, kapıyı yumrukluyorum, yumrukluyorum ki hemen açılsın. Sultan değil, sultanlar var sansınlar kapının ardında...

Kapı açılıyor, bu sefer de yaşlı bir teyze var kapının ucunda. Gözlerimle evi tarıyorum, 'deli abi'yi görebilmek için. Bir saniye bile geçmeden 'deli abi'nin görünürde olmadığını fark ediyorum ve onun konuşmasına fırsat vermeden soruyorum, yüzüne dahi bakmadan.

'Deli abi sizde mi kalıyor?'

Cevabı kendi içimden veriyorum, 'Evet.' Fakat kadın içimden verdiğim bu cevaba riayet etmiyor.

'Hoş geldin oğlum.'

Allah Allah... İlk defa evlat değil, 'oğul' oluyorum. Oğul kelimesinin de genel bir şey olduğunu biliyorum fakat bu tını öyle tanıdık geliyor ki, sanki dünya üzerindeki tek 'oğul' benmişim gibi. Kafamı kaldırıyorum, anneme ne çok benziyor!

'Terlemişsin.' Diye devam ediyor, 'Ne sordun yine kendi kendine?'

Gözlerimi açıyorum. Evin içine bakıyorum tekrar. Portmantoda asılı duran ceketlere bakıyorum. Biri babamın, biri annemin...

Saç diplerimde ıslaklık hissediyorum, terler zafer kazanmış bir komutan edasıyla yavaş yavaş, mağrur bir şekilde enseme ve yüzüme yürüyor. Utanıyorum.

'Bir şey sormadım.' diyorum, kafamı yerin dibine gömmek istercesine. Utanıyorum. Annemin kızarmış, yanarcasına bakan gözleri, içinden çıkan yaşlarla bir nebze soğuyor. Şefkatle bakıyor yüzüme.

Benim de gözlerim soğuyor yaşlarla.

'Sormadım.' diyorum.

'Sormadım.'”