24 Haziran 2020 Çarşamba

Otobiyografi

Otobiyografisini yazmak için oturdu masanın başına. Daha önce de denemeleri olmuştu ama henüz otobiyografisini yazacak kadar çok yaşamadığını düşünüp yırtmıştı kağıtları. Bugün, 56 yaşına girmenin endişesi içerisinde kendi hayatını tekrar yazmaya karar verdi. Annesi tam bu yaşta hayatını kaybetmişti, Selim de genetik faktörlere inanan biriydi, yaklaşık 10 senedir şakayla karışık da olsa "yakında göçer giderim bu dünyadan" derdi etrafındakilere, karşılığında "ağzından yel alsın!" minvalinde şeyler duyunca mutlu olurdu.
İlk cümleyi yazdı:
"1964'te doğdum."
"1964'te doğan milyon tane insan var, ne fark eder doğduğum yıl" diyip karaladı üzerini.
"1982'de üniversiteye başladım." diye başlamaya karar verdi.
"Ulan 1982'de üniversiteye başlayan bir ben miyim?" diye düşünüp onu da karaladı.
Yöntemini değiştirmesi gerekiyordu. Biraz romantik olmayı deneyecekti bu sefer.
"18 yaşında ilk defa aşık oldum. 1.5 yıl sürdü sürmedi, ayrıldım."
Biraz doğruldu, kağıda baktı. Tebessüm kapladı yüzünü. "Güzel başladık da kötü bitirdik." diye söylenip şen şakrak bir kahkaha attı.
Böyle olmayacaktı belli ki. Kendi düşüncelerini yazarak başlayacaktı. Hem belki böylece özgün de olabilirdi. Hatta otobiyografi yazmasının nedenini açıklayarak başlarsa her şey daha güzeldi.
"Ne zaman öleceğimi bilmiyorum." yazdı.
"Kim biliyor ki?" diye cevap verdi kendine.
"Kimse bilmiyor olabilir, ben de bilmediğimi söylüyorum işte." 
"Yahu tamam da neden okuyayım bunu?"
İç sesinin galip geldiğini anladı. Bu kez karalamadı, zarif bir çizgi çizdi yazdıklarının üstüne.
Özgün olması gerekiyor muydu? Milyarlarca yıldır her şey düşünülmüştü zaten. Kelimelerin sıralanışı farklı olsa da, anafikrin başka metinlere benzememesi mümkün müydü? Bir yandan da özgün bir şey yazmadığı sürece, başkalarından hiçbir farkı olmayacağını düşünüyordu.
Farklılık, garip bir kelimeydi düşününce. Herkesin aradığı bir şey olmasına karşın, çok ufak bir kesimin elde edebildiği bir şeydi bu. Gerçi, düşününce bile farklı olmuştu çoğundan, kendi düşündüğüne tebessüm etti yine.
"1964'te doğdum." diye başladı tekrardan. Bir yerden başlaması, belki de hiç başlamaması gerekiyordu. Sadece, o başlamayı seçmişti, diğerlerinden farklı olarak.

13 Haziran 2020 Cumartesi

Sıradan

Nemli bir camın ardından bakıyordu dünyaya. Büyük bir hevesle çay demlemiş, bir bardak koyup uzaklara dalmıştı. Geçmişini gözetliyordu. O uzaklara dalarken, en yakınında öylece duran çay çoktan soğumuştu bile. Elleri titriyordu, yıllar öncesinden kalmış bir hatıra olarak taşıyordu bedeninde. Geçirdiği kazadan sonra, beyninde oluşan hasar kendini ellerinde göstermişti. O güne kadar marangozdu, o günden sonra ise hiçbir şey olamamıştı. Aslında her işi yapabilecek kabiliyeti vardı, titreyen elleriyle de çoğu işin üstesinden gelirdi ancak hiç yedirememişti kendine, çocukluğundan bugüne taşıdığı mesleği bir kaçak gibi bırakıp gitmek. Küçükken ellerini kaybetmekten öylesine korkardı ki, "elinde" olsa saklardı herkesten. Ama hep denildiği gibi, hayatın planları her zaman daha orijinaldi.

Eşini terk etmişti, etrafındakiler eşi onu terk etmiş sanmasına karşın o tam tersini yapmıştı. "Ben artık yokum, sen de benimle yok olmak zorunda değilsin." demiş, eşinin inadını daha da büyük bir inatla savuşturmuştu. Birine yük olmaktı en büyük korkusu, hatta elinde olsa ebeveynlerine bağımlı olduğu birkaç yıllık bebekliğini dahi silip atardı. Hayat, ya korkularından vuruyordu onu ya da o kadar çok korkusu vardı ki, hayatın vurduğu her yumruk, bir korkusuna denk düşüyordu.

Gözyaşlarını sildi nihayet, cam kurumuştu.