29 Mayıs 2020 Cuma

Aforizma

Ayaklarını uçurumdan aşağı uzattığının hayaliyle, bir koltukta birleştiriyordu. Cebinde birkaç bozukluktan başkası yoktu. evi de aynı şekilde, sessizlikle sınanıyor gibiydi.
Geleceğe bakamıyordu, geçmiş, borçlarını isteyen bir tefeci gibi sıkıyordu yakasını. Geçmişte yaşıyordu sanki, bütün anılarını tekrar tekrar oynuyordu zihninde, başkalarından senelerce gerideydi. Geri kalmışlık hissi, her şeyden daha da zor geliyordu ona.
Pişmandı ama bu pişmanlığını düzeltmek için herhangi bir şey yapmıyordu. Çok garip geliyordu bu, kıvransa da, sadece ayaklarını uzatıp düşünüyordu.
Ufacık bir televizyonu vardı, bir film açıktı. Ekran öyle küçüktü ki, biraz uzaktan bakan biri, bir korku filmini, çizgi filmden ayırt edemezdi.
Filmde böcekler, bir bedeni yiyordu, yani en azından oturduğu yerden öyle görüyordu. Aklına okunduktan birkaç dakika sonra unutulacak bir aforizma geldi, uzun zamandır oturduğu koltuğundan bir kâğıt ve kalem almak için hışımla kalktı,
"İçinde ruhu kalmamış bir bedeni son parçasına kadar kemiren bir böcek, pişmanlık kadar vahşi değildir. Zira içinde ruhu, söyleyecek sözü bulunan bir bedeni kemirir pişmanlık."
cümlesini yazdı, deney yapan biyolog edasıyla dikkatlice baktı kâğıda. Birkaç saniyelik bakışmanın ardından bir köşeye fırlattı yazdığını.
İşte şimdi, en azından bir şey üretmenin sevincini taşıyordu. Birkaç saniyeliğine de olsa, "an"ı yakalamıştı.
Kalkmışken, bir kahve yapmak istedi, üşendi. Ayaklarını yine bir koltukla birleştirmek ona her şeyden daha cazip geliyordu.

21 Mayıs 2020 Perşembe

Koku

35 metrekarelik bir evi vardı, yeni taşınmış, temel eşyaları almış, az çok yerleşmişti. en büyük hayallerinden biriydi bu. kredi çekip, bu hayalini sonunda gerçekleştirebilmenin mutluluğu içerisinde, üç adımlık balkonundan dışarıyı seyrediyordu.
burnuna bir koku çarpıyordu, çimen kokusu muydu bu? kararsız kaldı. çimen dışında herhangi bir bitkinin kokusunu biliyor muydu sanki? "çimen, çiçek midir acaba?" diye düşündü hatta. bilemedi.
sevgilisiyle yürüdüğü sokaklar gözünün önüne geliyordu bir bir. neyi vardı ki o zamanlar? bir kahve içip, bir tane de sevgilisine ısmarlayabilecek kadardı ancak cebindeki parası. yürüyerek eve gitmek zorunda kalırdı bazen, cebindeki son parayla sinemaya gittiği için, ama o dönüş yolu, sanki dünyanın hakiminin eve dönüş yolculuğu gibi hissettirirdi ona. sanki dünya kollarının altındaydı, sıksa, tüm dünyanın canını acıtacak kadar güçlüydü. şimdi de zengin sayılmazdı tabii, ama şimdi, durumu o dönemden çok daha iyiydi.
sarıldıkları bir köşe başını düşündü, o köşebaşı artık anlamlıydı onun için.
çocukluğu dün gibiydi, köpek kovaladığında tırmandığı duvarı hatırladı. o duvar, artık anlamlıydı onun için.
kendini süzdü, eli, kolu, anlamsız gibiydi artık. az önceki mutluluğunu mumla arar oldu. mutluluğun, kalitesiz bir parfüm gibi birkaç saniye içinde kaybolmasını hiç anlayamazdı zaten.

5 Mayıs 2020 Salı

Ayakların Altındaki Yılan

Sonbaharı sevmezdi Serdar. Güneş batımının ardından insanların üstüne aniden çöken geceden farksızdı onun için bu mevsim. Ancak bu yaz sonbaharın gelmesini o kadar çok istemişti ki, takvimde üzeri çizilen her gün, zafere ilerleyen bir kumandanın heyecanını andırıyordu. Hukuk okuyordu Serdar, küçüklüğünden beri hayalini kurduğu mesleği yapmak için sabırsızlanarak. Yaşıtları avukatlığı, hâkimliğe veya savcılığa giden yolda sevimsiz fakat geçilmesi gereken bir merdiven gibi görürken o, avukatlığa kutsallık atfedecek kadar çok hayranlık duyuyordu. İşte bir zamanlar yemyeşil bir ağacın yaprağı ne kadar nefret edebilirse sonbahardan, o kadar nefret eden Serdar, bir avukatlık bürosunda yapacağı staj için o mevsimi bekler olmuştu. Stajını döneminin en büyük avukatlarından Tamer Saklıpınar’ın yanında yapmanın heyecanı da vardı. Saklıpınar öylesine büyük bir üne sahipti ki, “İpten adam alan adam” lakabı layık görülmüştü. 60 yaşına merdiven dayamıştı, tecrübelerini seçilmiş gençlerle paylaşmak için de bürosuna stajyer alırdı sürekli. Ekim ayından kasım ayının sonuna kadar ona eşlik edecek kişi Serdar’dı, fakültesinde ortalaması 3.75 olduğu için o okuldan mezun olan Saklıpınar’a kabul edilmişti.

Günler akıp geçerken Serdar, kendini kanıtlamak zorunda hissettiği için, gece gündüz hukuk kitaplarını okuyordu. Eylül’ün dördüncü günü takım elbisesini giymiş, kravatını sıkıca bağlamış, ayakkabılarını cilalamış ve büroya gitmişti. Tam bir delikanlı olmuş, aynı zamanda da bilgilerinin verdiği zırhı üstüne geçirmişti adeta. Bürodaki sekretere kendini tanıttı ve odaya kabul edildi. “Kurt avukat” Tamer onu sıcak bir gülümsemeyle karşıladı, Serdar o an karşısında gördüğü yüzdeki izlerin ve saçlarındaki akların bilgilerinden oluşturduğu zırhı paramparça ettiğini hissetmişti.

“Hoş geldin Serdar.”

“Hoş bulduk efendim, beni kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim.”

“Üniversite yaşantına bakılırsa, dirayetin takdire şayan ancak bilgiler ideal bir dünya içindir, tıpkı Platon’un “Devlet” eserinde olması gerekenden bahsetmiş, olan düzen bundan çok daha farklı ilerlemişse, kitaplar da böyledir. Bu dediklerim sadece tecrübe önemlidir gibi bir düşünceye itmesin seni, zira hayat siyah ve beyaz kadar kesin değildir çoğu zaman, hep birlikte grileri oluştururlar.”

“Anlıyorum efendim” dedi Serdar. Hocası olarak görmeye başladığı kişiye karşı kendini kanıtlayabilmek için birkaç kelime etmek istedi. Ayak parmaklarını sıktı. Özel günler dışında –ki düğünler dışında özel günü yoktu henüz, o da senede birkaç gün- spor ayakkabıdan başka bir şey giymediğinden, ruganların içinde kavrulan parmaklarına eziyet ediyordu fark etmeden. Tam sözüne başlayacakken kendi sesinden başka bir şey duydu:

“Kahvaltıya çıkacağım, eğer istersen bana eşlik edebilirsin.”

“Tabii ki hocam, memnuniyetle.” diye cevapladı. İlk dersini ilk dakikalardan almıştı: Bir şeyi söyleyeceksen, elini çabuk tutacaksın.

***

Kahvaltının ardından tekrar büroya çıktılar, büroda sekreterin karşısında oturan bir kadın vardı; tahminen 50-55 yaşlarında, güzey giyinimli ve abartılmış makyajıyla kendini belli eden, platin saçlı bir kadın.

“Tamer Bey, hanımefendi sizinle görüşmek istiyor” dedi sekreter. Tamer kadına baktı, eliyle odasını gösterdi. “Buyrun geçelim.” Dedikten sonra Serdar’a döndü, gözleriyle onun da odasına geçmesini işaret etti.

Odaya girdikten sonra kadın Tamer’in karşısına geçti, Serdar ise Tamer’in hemen yanındaydı, onun asistanı olduğunu tahmin etmek hiç zor değildi, özellikle de ufak bir kalem ve not defteri çıkarttıktan sonra.

Hoş geldin ve tanışma fasılları geçtikten sonra kadın anlatmaya başladı.

“Tamer Bey, sizin ününüzü çok duydum. Özellikle de arkadaşlarım sizden bolca bahsettiler. Kazandığınız davaların ardından da size gelmenin en doğrusu olacağına karar verdim.”

Kadın konuşurken bu sözlerin aynı makineden çıkmış gibi olmasına her zamanki gibi şaşırdı Tamer.

“Teşekkürler Handan Hanım, nasıl yardımcı olabilirim?” Dedi mütevazı bir tavırla. Kalıp bir cümleydi bu. Değişen tek şey karşıdakinin ismiydi: Handan, Ahmet, Sedef…

“2017 senesinin Ocak ayında oğlum ve bir arkadaşı kaza geçirdiler. Arabayı oğlum kullanıyordu. Kazada ne yazık ki çarpıştıkları adam hayatını kaybetti. Duruşmaları 17 gün sonra, oğlum da yaklaşık 3 gündür tutuklu; yargılanmak üzere nezarethanede”

“Kasıt kapsamına girecek bir durum var mıydı peki?”

“Oğlum 1.3, arkadaşı 1.45 promil alkollüydü. Kazanın yapıldığı yerde bir kamera yok şükür ki”

Kadının sözlerini dikkatle not alan Serdar bir anda durdu. Kadının rahatlığını aklı almıyordu. Oğlu birini öldürmüştü ve bunun kitapta yazan kapsamı bilinçli adam öldürmeye girerdi. Ama kadın öylesine sakin bir biçimde 1.3 olan promili söylemişti ki, duyan da kanında alkole değil suya rastlanmış sanırdı. Peki ya “Kamera yok şükür ki.” Demesi ne anlama geliyordu? Eğer belge varsa kameraya gerek yoktu ki. Dört senedir bütün öğrendiği cezayı hafiflettiren unsurları taradı. Herhangi bir şey bulamadı işe yarayacak.

Tamer de aldığı notların ardından konuşmaya başladı.

“Kanında alkole rastlanması büyük bir talihsizlik fakat aynı zamanda kameranın olmaması ve arabada iki kişi olması büyük şans… Polis kayıtlarını da gördükten sonra sizinle bir görüşme daha yapıp olanaklarımızı konuşalım. İçinizin şimdilik rahat olmaması için herhangi bir sebep yok.”

Serdar bir sefer daha durdu. Olanlara anlam veremiyordu. Kadının anlattıkları ilk hukuk metni olan Hammurabi’den bugüne kadar bütün hukuk sistemlerine, bütün örf kurallarına göre baştan sona kadar cezayı hak ediyordu fakat konuşma öylesine normal ilerliyordu ki, sanki hastaneye üşütme nedeniyle gelmiş evhamlı bir hasta ve tecrübeli bir doktor konuşuyor, doktor, hastanın anlattığı şikayetin önemsiz, basit bir üşütme olduğunu ona anlatmaya çalışıyor gibiydi. Konuşma devam ediyordu, Serdar bunları düşünürken. Son dediğini duymuştu Tamer’in, gerisi uzay boşluğunda bir yerlerde sonsuza kadar enerji olarak dönüp duracaktı. Fakat kadının son dediğini duyunca, ona yeterli gelmişti her şey.



“Tabii ki istediğiniz ücreti karşılayacağız, aile şirketimizin kartını ve kendi özel kartımı takdim edeyim, bugün akşama doğru diğer belgeleri de çalışanlarım getirecek. Çok teşekkür ederim, tanıştığımıza memnun oldum Tamer Bey.”

“Ben de aynı şekilde Handan Hanım.” Ardından Handan hanım gözüyle Serdar’ı da selamlayarak dışarı çıktı.

Konuşma bitmişti, kadın gitmişti. Tamer kartı incelerken Serdar da göz ucuyla karta baktı. Şirketin adını okuyabilmişti yalnızca, o da yeterliydi:

“Sevenal A.Ş”

***

Anahtarı kapı kilidine koyduğu ana kadar geçen sürede dört senelik hukuk eğitimini düşündü. Çok şey okumuştu, okuduklarının neredeyse hepsine dürüstlük ve etik kurallar ön plandaydı. Fakat sahaya indiğinde gördüğü ilk şey okuduklarıyla alakasızdı. Kapıyı açar açmaz masanın üzerinde duran kitapları bir kenara koydu, bilgisayarını açtı ve Sevenal diye arattı internette. İnternet sitelerindeki yazan isimler şirketin büyüklüğü hakkında yeterli bilgiyi veriyordu. Ticaret, sanayi, inşaat, kültür şirketin faaliyet alanlarından sadece birkaçıydı. Haber sitelerine gözü takıldı, “hayırsever iş adamı Fatih Sevenal” gibi onlarca habere konu olmuştu bu aile. 2017 senesinde hayırseverlik üzerine kurulu ünlü bir derneğin onursal başkanlığına getirilmişti ailenin en yaşlı üyesi Saffet Sevenal. Durdu, biraz düşünmeye ihtiyacı olduğunu hissetti Serdar. Beyni içinde yüzlerce fikir kırıntısı serbestçe dolaşıyordu. Otorite olarak gördüğü kişilerin beyin kıvrımları içerisindeki duvarlarının ağırlığını hissediyordu.

“Hukuk Felsefesi Üzerine” kitabını aldı raftan, rastgele birkaç sayfa çevirdi. Kelimeleri hızlıca tararken, “vicdandan daha iyi bir hukuk sistemi insanlık tarafından asla ortaya konulamaz.” Cümlesini okudu, başa döndü, bir daha okudu. Bazı şeylerin yerine oturduğunu hissediyordu.

Sabah kalktı, dünkü acemiliğinin azalmaya başladığını düşünerek ofise girdi, sekreteri sıcak bir günaydın ile selamladı ve Tamer Bey’in odasına yöneldi. Tam girecekken duvarlara baktı. Mor renkli duvarın üstündeki gözleri kapalı, bir elinde kılıç, bir elinde terazi tutan kadının, o çok bilindik “Themis Adalet Heykeli” tablosunun dün kendisi tarafından fark edilemediğine şaşırdı. “Çoğu avukatlık bürosu mor renklerle bezelidir, çünkü mor renk güvenilirliğin sembolüdür.” Diyen hocasını hatırladı; Üniversite hayatındaki sevmediği tek dersin hocasını…

Kapıyı tıkladı, bir iki saniye bekleyip içeri girdi. Tamer Bey elindeki kağıtları okurken göz ucuyla Serdar’a baktı. Serdar çok geçmeden koltuğa oturdu ve selam verdi.

“Bugün yapılacak çok işimiz var Serdar.” Der demez ceketinin cebinden kalem ve not defteri çıkardı Serdar. Tamer hafif gülümsedi.

“Dün gelen Handan Hanım’ın tutanaklarını aldım, bir nüshasını sekreterden al ve oku. Bu tarz bir dava çoğu avukatın hayatında göremeyeceği kadar yüksek kademede bir dava, şanslısın.”

“Hemen okuyacağım hocam.” Dedi, kalkmadan önce masadaki adalet heykelini gördü. Kalktı ve kâğıdı aldı. Sekreterin masasının karşısında Tamer’in bu büroyu beraber açtığı, anlaşmazlıklar sonucu işlerini ayırdıkları eski ortağının masasına geçti. Aslında sekreterinin masası da Tamer’in eski masasıydı, işler büyüyünce yandaki dükkânı da satın almış, araya da kapı koydurmuş ve kendisini iç odaya terfi ettirmişti Tamer. Aslında Tamer için hikayesi olan bu iki masa, Serdar oturduğunda onun için son derece basit iki masaydı.

Elinde kalemle okumaya başladı tutanakları. Kazada Handan Hanım’ın oğlunun –ki adının Barış Sevenal olduğu yazıyordu- ve arkadaşı Fatih Sürmeli’nin yönetimindeki aracın 115 km/h, çift şeritli ve çift yönlü olan yolda karşıdan gelen ailenin hızının ise 62 km/h olduğu bilgisi yer alıyordu.

Ailede kimsede alkole rastlanmazken –ki ikisi çocuktu- Barış ve Fatih’te Handan Hanım’ın da dediği gibi 1.3 ve 1.45 promil alkol vardı. Karşıdan gelen 2002 model aracın ön-sol tarafının tamamen kaybolduğunu okudu. Diğer arabanın tamponu tamamen çökse de sürücü konsolundan gerisi hasar almamıştı. Ailenin babası ve annesi hayatını kaybetmişti, tüm hasarı üstlenmişlerdi belli ki.

Bir sayfa daha çevirdi. Başı deli gibi dönmeye başladı. Sanki dünyayı sallıyorlar gibiydi. Ailenin arabasının sol kısmının kayıp olduğunu okumuştu fakat karşıda olayı fotoğraflarla görünce şoka uğradı. Olay yerindeki ceset torbasını gördü. Asfalt kıpkırmızıydı. Fakat bir terslik vardı. İki ölü vardı, biri baba biri anneydi. Fakat torbalardan biri yeterince büyükken, diğeri yetişkin bir insana ait olamayacak kadar küçüktü. Geri döndü, kâğıtları seri bir şekilde geriye doğru çevirdi. Dikkatlice okudu. İki ölü yazıyordu: Mehmet Akça ve Ayşe Akça, yanında da sırayla 44 ve 39 yaşında diye not bırakılmıştı. Fotoğraflara tekrar baktı. Soğuk soğuk terliyordu Serdar, kalbi hızlı hızlı atıyordu. Aklında korkunç bir ihtimal canlanmıştı, muhtemelen annenin veya babanın belinden aşağısı ya da vücudunun büyük kısmı parçalar halindeydi.

Kalktı sandalyesinden, önce yavaş adımlarla bürodan çıktı, köşeyi döner dönmez koşmaya başladı ve tuvalete gitti. İçinde ne varsa kustu, kustukça aklından düşünceleri de çıkartıp atmak istedi. Kafasını kaldırdı, ağzını suyla çalkaladı, midesi bulanıyordu. Aynaya baktığında öyle büyük bir tiksinti ifadesi buldu ki suratında, daha fazla bakarsa bir daha kusmaktan korktu. Yüzünü yıkadı, ofise döndüğünde az önceki ruh halini unutmuşçasına masada bıraktığı tutanağı alıp Tamer Bey’in odasına girdi.

“Okudum Tamer Bey.” Dedi sakin bir şekilde.

“Ne düşünüyorsun, ne yapılabilir bu davada?”

“Bütün bulgular bilinçli adam öldürmek kapsamından değerlendirilecek bir suça işaret ediyor. 15 yıla kadar hapis cezası ile yargılanıp, muhtemelen hüküm giyecekler.” deyince, Tamer bilge bir edayla, “İyi bir hakim olacaksın Serdar.” Diye cevap verdi.

Anlam veremedi Serdar, “Nasıl efendim?”

“Sen hüküm giydirmek için yoksun Serdar, sen o gömleği çıkarmak için varsın. Az önce ‘muhtemelen’ dedin. Çok doğru, işte o olasılığı bizler yok edeceğiz.”

Serdar’ın göz bebekleri büyüdü, silahtan ateşlenmiş bir mermiyi koşup durdurmaktan ne farkı vardı bunun? Her şey öylesine açıktı ki, savunulması bile gereksizdi ona göre.

“Hocam, çocuklar tamamen suçlu, bunu yapmak nasıl mümkün olabilir?”

Tamer bir yandan bulmaca çözen yaşlı bir adam gibi konuşuyordu, kağıtlara bakarken. “Tamamen değil, hatta bize göre onlar suçlu değil, bunu asla unutma.”

“İki insanın ölümüne, bir ailenin dağılmasına sebebiyet vermiş bir insan nasıl bizim için suçlu olmaz?”

“Avukat, Latinceden gelir. Kelimenin kökeni, ‘advocatus’, yani tanık olarak mahkemeye çağırılan kişi, savunucu demektir.” Dedi ve durdu. Önündeki bardaktan bir yudum su aldı. Otoritesini kanıtladığından Serdar bu arada lafa girmeyi düşünmedi bile. Devam etti Tamer.

“’Advocatus’ da ‘advocare’den köken alır. Mahkemeye çağırmak demektir. Hepsinin kökü ise ‘vocare’dir. İşte bu kelimenin anlamı, dünyanın bütün sözlüklerindeki avukat tanımlarından daha gerçekçi ve doğrudur. ‘Vocare’, ‘bağırmak’ anlamına gelir. Şimdi düşün, bir yanda Einstein izafiyet teorisini açıklıyor, diğer yandaysa sürekli bağıran bir adam var. Hangisi duyulur? Einstein’in söyledikleri anlam ifade eder mi?”

Tamer soru sorma amaçlı sormamıştı bunu hiç şüphesiz ama Serdar “Hayır.” Diyiverdi. Onaylanması Tamer’in hoşuna gitmişti.

“İşte biz avukatlar diğer bütün bulguları karanlığın güneşe hâkim geldiği gibi karanlığa boğup, kendi gerçekleştirdiğimiz doğruları kabul ettirmekle görevliyiz. Bunun için ücret alıyoruz.”

“Peki ya vicdan? Vicdanımızı nasıl karanlığa boğacağız?”

“Avukatsan eğer, iki kişiliğe sahip olacaksın. Avukatlık mesleğini icra edeceksen eğer, nasıl ceketini portmantoya asıyorsan, vicdanını da asacaksın.”

“Anlıyorum hocam.”

“Anlamana sevindim, öğleden sonra davayı tartışırız, şimdi halletmem gereken bir iki şey var.”

“Tamamdır hocam, ben de o sıra davayı düşünüyor olacağım.”

“Kolay gelsin meslektaşım.” Dedi gülümseyerek.

“Teşekkür ederim efendim.”

Dedi ve çıktı odadan Serdar, beyni davul gibi olmuştu. Otorite olarak gördüğü kişilerin beyin kıvrımları içerisindeki duvarlarının çöküşünün ağırlığını hissediyordu. Aslında idolü olan Tamer Bey’in ona meslektaşım demesi, buraya gelmeden bir gün önce iftihar edeceği bir söz olurdu. Ama şimdi hissizleşmişti. Kendini buraya ait hissetmiyordu. Kişiliğini ve bugüne kadar öğrendiği her şeyi sorgulamaya başladı. Sonuçta mesleğin zirvesindeki biri veriyordu bu dersleri ona, en yetkin kişi… Birikimleri sonbahar görmüş bir ağaç gibi bir bir dökülüyor, rüzgâr sadece dalları değil, büyük bir özveriyle inşa ettiği kökünü, yani kişiliğini de derinden sarsıyordu. Dışarı çıktı, markete uğradı.

“Bir sigara verir misin?” dedi, yorgundu.

“Hangi sigarayı vereyim abi?”

“Fark etmez, bir tane de çakmak ver.”

“Tabii abi, buyur.”

“Sağ ol kardeşim.” Dedi ve yirmi TL uzattı, para üstünü beklemeden çıktı marketten. Çok nadir sigara içerdi. Kendini bir kafeye attı, kafe, kahvehane ile kafe arasında bir yerlerde sıkışmıştı. Bu “Kafehane” Doğu-batı çatışması için yazılan bütün tezlerden çok daha iyi açıklıyordu bu çatışmayı. Kendine uygun bir mekan bulmuş gibiydi. Çay söyledi ve çok geçmeden geldi siparişi. Sigarasını yaktı, ilk nefesini çekti ve dumanı henüz akciğerini harap etmeye fırsat bulamadan geçmişe döndü. Sınava ikinci kez hazırlandığında, saatlerce masa başında ders çalıştıktan sonra yaktığı sigarasını hatırladı. İlk sene üniversiteye girememişti, puanı iyi olsa da hayalindeki üniversite için bir sene daha çalışmıştı. O sıra, o günleri çok zor geliyordu ona, daraldığı anlarda onu motive eden tek şey, cübbeyi sırtına geçirdiği günün hayaliydi. Şimdi, o cübbeyi giymeye çok yakındı ama bu birkaç gün onun her şeyi sorgulamasına sebep oldu. Sigara dumanı içindeki envai çeşit zehir kanını dolaşırken, akciğeri alışkın olmadığından olsa gerek, ağrıyordu. Saate baktı, Tamer Bey’in yanına gitme vakti geliyordu.

Kalktı, hesabı ödedi ve büroya döndü. Tamer Bey yine içerdeydi. Kapı biraz aralanmış vaziyetteydi. Tamer Bey telefonla konuştuğundan, konuşmanın bitmesini bekledi Serdar. Çok geçmeden telefon kapandı, içeri girdi. Tamer hiç beklemeden konuşmaya başladı.

“Toparlanmışsın Serdar, davayı konuşmaya başlayalım artık.” Dedi ve devam etti.

“Kaza yerinde mobese yoktu Serdar, çarpışma anında alkol oranları yüksekti. Yol da kaygan ve tehlikeli bir yoldu.”

Serdar, eğer dışarıdan bakan biri olsa, Tamer Bey’in kaza yapmış olduğunu düşünürdü, muhteşem bir şekilde içselleştirmişti durumu. Notlarını almıştı. Tamer Bey’e baktı, Tamer devam etti.

“Alkol oranları yüksek demiştik ama mobese olmaması şansımıza oldu. Kaza anında koltukta kimin olduğu belli değil.”

“Peki ifadeler?” diye sordu Serdar.

“Kaza anında alkollü oldukları için verdikleri ifade şaibe taşıyor, sonrasında da olayın şoku ifadenin tekrar alınması için iyi birer sebep.”

“Sonuçta arabada iki kişi vardı. Handan Hanım’ın oğlu kullanmadıysa, nasıl diğer çocuğu ikna edeceksiniz? Bunu kimse kabul etmez.”

“Orwell’in ‘Hayvan Çiftliği’ni okudun mu Serdar?”

Yine başladı Sokrates gibi konuşmaya düşündü Serdar, “isterse Orwell, isterse Tolstoy yazmış olsun, gerçek her yerde gerçek sonuçta” diye geçirdi içinden.

“Okumadım hocam.”

“’Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir.’ Der Orwell. Eğer yeteri kadar cazip bir teklifle kapıyı çalarsan, içerdeki ev sahibi bir anda misafirperver kesilecektir. Handan Hanım’ın aile şirketinin nüfuzu çok geniş, Fatih’in ailesiyse alt sınıftan. Yandaki çocuk, yani Fatih, Handan Hanım’ın oğluyla barda tanışmış. Beraber içip gezerken de kaza geçirmişler. Çocuğun geçmişte hırsızlık suçundan cezası var, adli kontrol şartıyla salıverilmiş. Ciddi bir suç olmasa da işe yarar. Bunları kullanarak Barış’ı bir kazadan kurtarabiliriz Serdar.”

Serdar, bir anda avazı çıktığı kadar bağırmak, ağız dolusu küfürler edip, ardından polise koşup her şeyi anlatmak, itiraf etmek istedi. Fakat hiçbir şeyi kanıtlayamazdı. Bu yapılan şeylerin aksi, yazılı belgeler tarafından kanıtlanmamıştı ki. Zar zor konuştu.

“Nasıl kabul ettireceksiniz suçu üstlenmesini?”

“Sen gelmeden önce Handan Hanım’la görüştüm. Ailesiyle ve çocukla konuşulmuş. Yüklü bir miktar para, birkaç arsa ve yaşam boyu güvenceyi kabul etmişler. Ölen aileye de tazminat ödenecek. Bu talihsiz kazadan da hiçbir şey çıkmamış olacak.”

“Çok zekice” Derken boğazı düğümlendi. Zar zor “Efendim.” Diyerek bitirdi cümleyi. Her şeyi geçmişti ama yanında birkaç gün staj yapan birine bütün bu sırları verebilecek kadar çok kendine güvenmelerini kaldıramıyordu. Bu nasıl bir kibirdi? Üstelik anlaşmanın aksini kanıtlayabilecek hiçbir şeyi de yoktu. Bütün bulgular Barış’ın lehineydi.

Her şeyin anlamsız olduğunu düşündü. Masadaki adalet heykeli dikkatini çekti tekrar. Şimdi bir şeyler daha yerine oturdu. Heykel son derece önemli bir anlam ifade ederken, insanlar onu işlerine geldiği gibi algılıyorlardı. Bir elindeki kılıcı kendi faydasına göre kullanıyordu insanlar. Gözleri kapalıydı, çünkü hiçbir şeyi görmeyip kendi gerçeğini yaratmak için karanlığa ihtiyaçları vardı. Terazi asla dengede durmuyordu. Kim daha fazla para koyarsa, adalet onun tarafına işliyordu. Daha fazla dayanamayacağını hissetti, Tamer Bey’e stajı bırakmak istediğini söyleyiverdi. Tamer Bey bunu beklemiyordu, sinirlenmişti.

“Şu an senin olduğun konumda olmak isteyen binlerce avukat var, bilmiyor musun?”

“Biliyorum efendim.” Dedi, geri adım atmayacağı belliydi.

“Bu senin için anlam ifade etmiyor mu?”

“Ediyor efendim ancak vicdanımla çatışmaktan bıktım. Dayanamıyorum.”

“Bu olayları dünyanın neresine gidersen git yaşayacaksın Serdar. Vicdanını portmantoya asamazsan, çok kazanman mümkün değil.”

“Anlıyorum ama devam edemeyeceğim.” Dedi Serdar, omuzlarındaki taşıyamayacağı kadar ağır bir yükle.

“Stajının bitmesine 25 gün var, sana yardım etmek isterdim ama evrakları sahte düzenleyemem. Stajın tamamlanmamış gözükecek Serdar.”

Serdar kendisiyle alay edildiğini düşünmeye başladı. Az önce bir aileyi dağıtan katili kurtaran adam, staj defterini sahte dolduramayacağını, bunun yanlış olduğunu söylemişti. Ayrıca Serdar zaten böyle bir şey istememişti ki. Sinirden elleri titriyordu, bunun görünmemesi için ellerini bacaklarında sabitlemiş, emir dinleyen asker gibi olmuştu. Zar zor “Anladım hocam, önemi yok. Teşekkür ederim her şey için.” Dedi ve çıktı ofisten. Metrobüs bekliyordu, nereden baksa on dakika vardı gelmesine. Sigara yaktı, yavaş yavaş çekmeye başladı, zaten hızlı hızlı çekemiyordu, ciğerleri izin vermiyordu buna.

Bir ses duydu, metrobüs sesi. Yeni başladığı sigarayı attı, ayaklarıyla çiğnedi. Murphy’e küfretti içinden, son günlerinin faturasını adamcağıza kesmişti. Metrobüste giderken etrafını gözlüyordu.

Kucağında çantası olan bir çocuk gördü, kafasını cama dayamıştı. “Muhtemelen sınava hazırlanıyordur.” Diye düşündü. Kulağında kulaklıkla gözleri kapalıydı çocuğun, hayal kuruyor gibiydi. Serdar, çocuğun kurduğu hayallerin çok temiz bir geleceği konu aldığını biliyordu. Her şeyi istediği gibi planlayabilirdi, henüz çocuktu. Parayla ilişkisi öğlen yemeğinde kaşarlı veya karışık tost almasından öte değildi henüz. Elinde olsa o çocuğun yerine geçerdi. Seneler önceki hayallerinin tam üstünde duruyordu aslında ama hiç mutlu değildi. Duraklar geçtikçe, eve yaklaştıkça, daha da yorgun hissediyordu. Eve girer girmez kendini bırakıverdi yatağına. Rahattı aslında yatağı ama vicdanı çivili yatakta yatan rahipler gibi hissettiriyordu, çok geçmeden uykuya daldı.

Yıllar geçti aradan, Serdar artık bir avukat olmuştu, mesleğindeki 7. Senesiydi. Fakülteden mezun olduktan sonra her şeyi değiştirebileceğini inancı taşıyarak bir büro açtı. Büro öylesine küçüktü ki, Serdar’a göre oda içinde iki üç kişiye anca yetecek kadar oksijen bulunuyordu, eğer bir gün müvekkil akınına uğrarsa, boğulmaları işten bile değildi. Tanınmadığından şimdilik böyle bir tehlikesi yoktu. Ayda bir iki tane basit icra davaları geliyordu. Beraber mezun olduğu arkadaşları staj yaptıkları yerdeki deneyimli avukatları referans gösterip iş alabilirken, Serdar bu fırsatı elinin tersiyle itmişti. Bir kere pişman olacak gibi olduğunda, kendinden öylesine tiksinmişti ki, eline olsa bu anıyı siler atardı hafızasından.

“’Yapmadığın şeylerden pişman olmak aptallık, yaptığı şeyden pişman olmak korkaklıktır.’ derdi babam” diye anlatırdı hep. Aslında babası böyle bir şey demezdi, o sadece birini örnek gösterince saygı duyulduğunu gözlemlediğinden kendi çapında bunu tekrar tekrar test ederdi.

Bürosunda ufak bir televizyon vardı, arkada bir ses olsun diye. Yine müvekkilinin gelmediği klasik bir günde kitap okurken bir haber duydu.

“Ünlü hayırsever iş kadını Handan Sevenal hayatını kaybetti.” Diyordu, son derece şık giyinimli bir kadın spiker. Cenazesi öylesine kalabalıktı ki, bir insanın yaşarken bu kadar kişiyle tanışması olanaksız gibiydi. Mikrofon tutulan herkes, önce gözyaşlarını siliyor, sonra da methiyeler düzmeye başlıyordu:

“Hiçbir zaman onurundan taviz vermedi, yardım etmekten başka bir şey yapmazdı, o kimsesizlere kimse olmuştu.” Gibi onlarca ifade duymak mümkündü. Gelenlerin hepsi belirli bir sosyoekonomik seviyedendi. Cenaze adeta bir zengin ayıracıydı. Serdar acı bir gülümsemeyle televizyona bakıyordu. Yüz ifadesi bir anda ekşi erik yemiş çocuğa döndü. Konuşan Tamer Bey’di şimdi de.

“Tanıdığım en şerefli insanlardandı, ışıklar içinde uyusun.” Diyordu.

Kendi kendine mırıldanmaya başladı Serdar. “En fazla 20-30 sene daha yaşayacaksınız, utanmıyor musunuz bu kadar eğilmeye?”

Kapı açıldı, 35-40 yaşlarında bir adamdı giren. Elinde koca bir dosya vardı. Hızlı adımlarla masanın önüne kadar geldi, aslında hızlı gelmesi anlamsızdı, oda zaten üç dört adımda bitiyordu.

“Serdar Bey, eğer müsaitseniz sizinle bir dava dosyası hakkında görüşmek istiyorum.”

“Tabii buyurun, isminiz nedir?”

“Ferit Özdemir.”

“Memnun oldum Ferit Bey, soyada gerek yok, konu nedir?”



“Aile şirketimizde çalışan avukat istifa etti, sizin icra konusunda davalarınızı takip ettik, üniversitedeyken de yanında staj yaptığınız Tamer Bey de sizi önerince, size gelmeye karar verdik.”

“Tamer Bey önerdi demek…” diye geçirdi içinden, şaşırmıştı Serdar.

“Evet, yanında çok şey öğrendiğim bir meslektaşımdı Tamer Bey. Benden istediğiniz tam olarak nedir?”

“Şirketimizin defterlerdeki veri ile sahadaki verilerinin birbirini tutmasını istiyoruz.”

“Bu dediğinizi benimle değil, bir endüstri mühendisiyle veya işletmeciyle konuşmalısınız. Siz defter ve saha verileri birbirini tutsun istemiyorsunuz, defter verilerini olabilecek en az şekilde kaydettirip sahadan gelen kârı arttırmak istiyorsunuz. “

“Öyle de denebilir Serdar Bey.”

Suratında biraz olsun utanma ifadesi görmek için varını yoğunu feda edebilirdi Serdar ancak en ufak bir işareti yoktu. Çıkık alnı dimdik karşısında duruyordu. Her şey öylesine normaldi ki adama göre, içinden ardı ardına küfürleri sıraladı Serdar.

“Bu danışmanlık hizmetiniz için size önerdiğimiz ücret 15 bin dolar ve şirket kârından %1 pay. Sizin için de uygun mudur acaba?” diye devam etti adam.

Ayın sonunu görebileceğinden emin değildi, kira, faturalar, borçlar sıkıştırıyordu Serdar’ı. Boynunda yağlı urgan taşıyor gibiydi sanki. Seneler önce okuduğu 1984 romanının aklına işleyen o cümlesini hatırladı:
“Biz düşmanlarımızı yok etmek için uğraşmayız, onları değiştiririz.” Gözü adalet heykeline, Themis’e takıldı. Ayağının altındaki yılanın, bütün kötülükleri ayaklar altına alındığının sembolü olduğunu hatırladı. Belki bugüne kadar o yılanı zapt etmişti, şimdi yılan tüm vücudunu sarmıştı. Gözlerinden ağır ağır yaşlar akıyordu, teni ıslanırken vücudunun geri kalan her yeri yangın yeriydi. Ceketini düzeltti sinirle, “Değişmeyeceğim” diye mırıldandı, bırak karşısındakinin duymasını, kendi kulakları bile duyamamıştı. “Çıkın dışarı.” Dedi zar zor. Sesi havayı delip geçerken, vücudunda yavaş yavaş büyüyen bir sızı vardı.

“Anlayamadım Serdar Bey?”

“Çıkın dışarı.”

“İyi misiniz?”

Artık iyiden iyiye adamın dalga geçtiğini düşünmeye başlamıştı. Sanki umurundaymış gibi sorması çileden çıkarmıştı Serdar’ı.

“Çıkın ulan dışarı!” diye bağırdı, oda küçük olduğundan, ses birkaç salise içinde kulağında dönüp durmaya başladı, adam şaşkın şaşkın ayağa kalktı, hiçbir şey söylemeden çantasını topladı ve çıktı. Serdar yapayalnızdı, hayatı boyunca bir şeyleri amaçlamış fakat bir türlü aradığını bulamamıştı. Gözlerindeki yaşlar yerçekimine yenik düşerken o, buğulu gözleriyle kitaplığına bakıyordu.

***
Kemal adında bir avukat duyuyordu mesleğe başladığından beri, onurlu ve paraya tamah etmeyen, müvekkil seçiminde son derece titiz esaslara göre hareket eden bir avukat olarak ün yapmıştı. Hiçbir randevu olmadan apar topar gitti bürosuna, bürosu Serdar’ın bürosundan defalarca kat büyüktü, kapıdaki otuzlu yaşlardaki sekreterin Serdar’ı beklemediği belliydi.

“Buyrun beyefendi, size nasıl yardımcı olabilirim?” dedi kadın. “Kemal Bey’le görüşmek istiyorum, önemli bir konuda.” diye cevapladı Serdar, sesinde zorlama bir şeyler vardı, sıkıldığını belli etmek istemiyordu.

“İsminiz nedir?”

“Serdar…” dedi ve öksürdü, “Serdar Kalemoğlu, Kemal Bey’in yolundan giden genç bir avukat deyiniz lütfen.”

“Kemal Bey, bir beyefendi sizinle görüşmek istediğini.” dedi ve durdu, belli ki “Söylüyor” diyemeden reddedilmişti, kadın Serdar’a inanmış gibiydi, çene kaslarını sıktı ve “Sizin yolunuzda yürümeye çalışan genç bir avukat olduğunu söylüyor Kemal Bey.” diye devam etti. Telefon bir süre kulağında bekledi kadın, yavaş hareketlerle kapattıktan sonra zafer kazanmış bir komutan gibi gururlu bir sesle, “Kemal Bey sizi bekliyor.” dedi, “Başarılar…”

Kapıyı tıklattı ve dışarının aksine çok büyük olmayan bir oda karşıladı onu -hiç şüphesiz Serdar’ın odasından birkaç kat büyüktü yine de-, mağrur adımlarla yürüdü, gözüyle süzdü adamı, ufak tefek bir adamdı. Saçları ulu bir dağın zirvesini andırıyordu, bembeyaz ve sık.

“Evet, hoş geldiniz, isminiz neydi?”

“Serdar.” dedi, adamın az önce sekreteri dinlemediği çok belliydi, önündeki dosyalar sekreterinin söylediklerinden daha önemliydi hiç şüphesiz.

“Ne için geldiniz Serdar Bey?”

“Sonunda.” diye geçirdi içinden Serdar, ama kelimeleri seçmekte zorlanıyordu, karşısındakini tek şansı gibi görüyordu. “Hayatım boyunca avukatlık hayali ile yaşadım Kemal Bey.”

“Görüyorum ki hayallerinize ulaşmışsınız.” diye söze karıştı Kemal, Serdar devam etti.

“Ancak meslek hayatımda bana bir avukat gözüyle değil, yalanları tasdikleyecek maharetteki kişi gibi davrandılar, sonunda mesleğimden nefret ettim.”

“Bu işi anlamayanlar avukatlığa her zaman bu gözle bakarlar, zira insan tabiatında yalan önemli bir yer tutar her zaman. Genelde bu görüşün karşısında durmaya çalışanlar da avukatlığın çok onurlu ve kutsal bir meslek olduğundan bahseder, faydası olmayacağını bile bile.” dedi, önündeki sudan bir yudum aldı, az önce ilgilendiği dosyanın kapağını kapattı. Bu Serdar için iyiye işaretti. Devam etti.
“İşin aslı, hiçbir meslek kutsal değildir, kutsal olan tek şey insandır, bazıları insan olmayı beceremez, insan olan da hangi mesleği yaparsa yapsın o mesleği kutsallaştırır. Durum bundan ibarettir Serdar.”
Serdar’ın gözleri parıldadı, uzun zamandır böyle bir sohbette bulunmamıştı, katılsa da katılmasa da dinlemek istiyordu.

“Sen de insan olmayı beceremeyenlerle mücadele ettin değil mi?”

“Evet.”

“Ama başaramadın.”

“Evet.” dedi Serdar, “Henüz başaramadım.” diye ekledi.

“Tek başınaydın muhtemelen.”

“Evet.” dedi yine, hayır deme isteği gitgide artıyordu.

“Beni en çok güldüren şey, kötülerin sürü halinde gezmesine karşın, iyilerin tek başına savaşmasıdır. Masallarla büyütülen çocuklar kahramanlığa soyunur ve mücadeleye girişir, ancak masallarla arasında ufak bir fark oluşur, ne gökten üç elma düşer, ne de kötüler yenilir.”

“Bunu fark etmem yedi senemi aldı.”

“Çünkü kibirliydin Serdar.”

“Neden böyle bir kanıya vardınız?”

“Sanki dünyadaki onurlu tek avukat senmişsin gibi davrandın senelerce, mesleğini kutsal saymana rağmen.”

Düşünüyordu Serdar, Kemal haklıydı, tarihte hangi başarı tek başına olanlar tarafından kazanılmıştı ki? “Sizinle çalışmak istiyorum Kemal Bey.” dedi.

“Bu yedi yıllık kibrin seni gelişmekten uzak tuttu mu?”

“Hayır, iyi derecede İngilizce ve Fransızca biliyorum.”

“İşime yarayabilirsin.” dedi Kemal, Serdar’ı büyülemeyi başarmıştı...
Bürodan çıktı, eve gittiğinde ilk işi duş almak oldu. Su vücudunu yalayıp geçerken beynindeki tüm karamsarlık da temizleniyor gibiydi.

***
Davalar ardı ardına geçerken Kemal, Serdar’ı takdir etmeye başlamıştı. Bir Pazartesi günüydü ve Serdar artık bu hayata alışmıştı. Kemal’in odasına çağrıldığını duyduğunda yine bir boşanma davasına bakacağını düşünmüştü, biraz şanslıysa daha büyük ölçekli bir davaya da bakabilirdi tabii, kim bilir?
Odaya girdiğinde Kemal gülümsüyordu, elinde Serdar’ın özgeçmişi vardı. Konuşmaya başladı.

“Özgeçmişinde Tamer Saklıpınar’ın yanında stajını yarım bıraktığın yazıyor, sanırım ayakların yere basmıyordu o zamanlar?”

“İlk hayal kırıklığımı orada yaşamıştım Kemal Bey.”

“Şimdi o kırıklığı atma fırsatın olacak Serdar, Tamer Saklıpınar bu sefer seninle denk yükseklikte oturacak. 27 Mart günü saat 10.00’da duruşman olacak.”

Kemal konuştukça Serdar’ın gözbebeği büyümüştü, hemen hesapladı, önünde yaklaşık beş hafta vardı, ama adı gibi emindi ki o beş hafta, iki gün gibi hızlı geçecekti.

“Şeref duyarım.”

“Beş hafta boyunca başka bir davaya girmeyeceksin, bu dava kendini kanıtlaman için bir daha gelmeyecek bir fırsat.”

“Teşekkür ederim Kemal Bey.” dedi Serdar, daha önce hiç böyle hissetmediğine emindi, ellerinde kaşıntı vardı, kalbi hızlı hızlı atıyordu ama içinde hoş bir rahatlık vardı, sanki vücüdunda sadece kalbi vardı, içi büyük bir saray odası kadar ferahtı. Dava dosyasını aldı, yavaş adımlarla dışarı çıktı, kendini bir kafeye attı, kahve aldı, etraftakiler sanki Serdar’ı anlıyor gibiydi, uğultular bir şarkıyı andırıyordu ve hava ocak ayından beklenmeyecek derecede güzeldi ya da ona öyle geliyordu.

***
Dosyayı okur okumaz soluğu Kemal’in yanında aldı Serdar.
“Bu adam günlerdir televizyonlarda gösterilen, gazetelerde satır satır cinayet anı yazılan Burcu Tanel’in katili değil mi?” dedi, “Bu adamın neyini savunacağım?”

“Görüyorum da avukatlığı bırakıp hakimliğe soyunmuşsun Serdar.” diye cevapladı Kemal, sesi alay doluydu. “Hangi ara katili buldun, yoksa bilemediğim güçlerin mi var?” Bu ses tonu odayı buz gibi yapmıştı, en azından Serdar için. Ancak Serdar’ın da kendine göre haklı sebepleri yok değildi.
Müvekkili 40 yaşında bir inşaat bekçisiydi, birçok insanın görmek dahi istemeyeceği bir adamdı. Kafasının belli yerlerinde saç yoktu, sanki bir yapbozun bazı parçaları kaybolmuş gibi bir kafası vardı. Yüzü çukurlarla doluydu, sakalları darmadağındı, burnu ise bir şimşir kılıcını andırıyordu, eğri ve uzun. Dava barodan gelmişti, zira adamın avukat tutacak parası yoktu.
Bir kadını öldürmekle suçlanıyordu, kadın otuzlu yaşlarının başındaydı, ünlü holding sahibi Veli Tanel’in üç yıllık eşiydi. Cinayet toplumda infiale yol açmıştı, Serdar’ın da dediği gibi, medya bu olayla yatıp kalkar olmuştu.
Kemal gözlerini devirdi.
“Bu adam suçlu olabilir, kanunlara göre en ağır cezayı da alabilir ancak sadece işlediği suçun cezasını çekmeli, eğer birini öldürdüyse birini öldürmekten yargılanmalı, hırsızlıktan değil. On sene ceza alacaksa on sene ceza almalı, beş veya yirmi sene değil. Bizim görevimiz gerçeği ortaya çıkarmak, gerçek acı olabilir ama asla yalan olamaz. Herkes işlediği suçun suçlusudur Serdar. Şimdi git, çalışmaya devam et, tabii söyleyeceğin başka bir şey yoksa.”

“Yok teşekkür ederim.” dedi Serdar, gerçekten kibrinin bir hayli yüksek olduğunu düşündü, her şeyin en iyisini o bilmiyordu, çoğu şey onun etkisi olmadan şekilleniyordu, bunu düşünememesine üzülmüştü, halbuki “Savunma hakkı kutsaldır.” sözünü defalarca kez söylemişti. “Demek ki insan olmakla papağan olmak arasında bazı farklar var.” dedi kendi kendine.

***
Eve gittiğinde ilk işi dosyayı açmak oldu, ilk satırından başladı, bir kimyager edasıyla okumaya başladı, sanki tek hatası evi havaya uçuracakmış gibi.
Cinayet inşaat bekçisinin kaldığı inşaatın beş metre uzağında işlenmişti, son derece ıssız bir yoldu, inşaat halindeki bina da o bölgeye yapılan ilk evdi. İnşaatın ilerisi bir bahçeydi, gerisinde ise o sokağa açılan tek yol vardı.
Cinayet mahallinde bekçi hemen kadının başında bulunmuştu, elleri kadının üstündeyken polisler tarafından yakalanmıştı. Yapılan incelemede bekçinin üzerinden 600 TL çıkmış, bu 600 TL’lik banknotların üzerinde kadının parmak izi bulunmuştu. Silah ruhsatsızdı, üzerinden herhangi bir parmak izi çıkmamıştı ancak zaten çıkması beklenemezdi, zira bekçinin elinde inşaat eldiveni vardı. Serdar okudukça daha da kötü hissediyordu. “Dosya siyah ve beyaz kadar açık, mümkün değil…” diye mırıldandı.
Fakülte sıralarına geri döndü veya dönmek istedi.
“Kağıtlar insan ürünüdür, yanılabilir. Gerçeklik için bizzat gidip görmeniz gerekir.” diyen hocasını hatırladı, “Gerçek bazen kağıtta yazan gibidir.” dedi içinden, yine de inanmak istiyordu buna, gidip görmeliydi. Gece saat üçe gelirken cinayet mahalline gitmek, gerçek varsa dahi görememek demekti, uyumaya karar verdi.
Rüyası bir ışık çakmasından ibaretti, bir siyah, bir beyaz. Sürekli dönüp duruyordu, gözü kamaşmıştı, beyazı görürken siyahı arıyordu, siyahı görürken beyazı, arayış hiç bitmiyordu.

***
Sabah terlemiş biçimde uyandı, kalktı ve cinayet mahalline gitti, müvekkiliyle konuşması onun önyargılı davranmasına sebep olabilirdi ya da zaten önyargılıydı, karar verememişti. Beklediği gibi, olay mahalli çoktan toplanmış, etrafına şeritler örülmüştü.
Beyninde milyonlarca fikir başıboş bir koyun sürüsü gibi dolanıyordu, yıldırımlar çakıyor, fakat hiçbiri bir kıvılcım çıkaramıyordu. Kafasını toplaması gerekirdi. Olayı baştan itibaren düşünmeye başladı.

“Kadın zengin, neden hiçbir evin, insanın olmadığı bu mahalleye geldi?”
“Adam neden elinde silahla bekliyordu?”
“Neden kadında herhangi bir şok izi, sürüklenme izi yok?”
“Çocukları olan bir adam bunu yapabilir mi?”
“Yapar” dedi içinden bir ses, “Her cinayet bir sebeple gelir, sebep arayan elbet bulur.” İşin içinden çıkamıyordu, müvekkiline sormak zorundaydı, suçsuz olduğuna inanmak istiyordu.

***
“Ben öldürmedim kadını Avukat Bey, yemin ederim ben öldürme... öldürmedim. Yemin ederim.”

“Sizinle açık konuşacağım Tevfik Bey, bütün şüphelerin kaynağı sizsiniz, bu sözleriniz de herhangi bir anlam ifade etmiyor, olayı anlatın.”

“İnşaatta beklerken iki el silah sesi du… duydum, dışarı çıktım, bir kadın baygın yatıyordu. Yanındaki silaha bakmak iste… istedim Avukat Be.. Bey, o sırada polis geldi ve yere yatırdı be… beni…”

“Neden silaha bakmak istediniz?”

“Silah kalbinin üzerindeydi, belki yardım ederim diye elime aldım yemin ederim.” dedi adam, eli titriyordu, “yemin ederim size Avukat Bey.”

Serdar yeminlerinden bıkmıştı, daha ciddi konuşmaya başladı.
“Yemininiz de bir anlam ifade etmiyor Tevfik Bey, olayı en başından itibaren alın, saat kaç gibi bu olay oldu?”

“Saat üç veya dö…”

“Peki kadını sağken gördünüz mü?” “Görmedim” diyeceğine emindi Serdar.

“Görmedim.”

“600 TL çıktı cebinden, kadının parası, onu nerden buldun?”

“Verdiler Avukat Bey.”

“Kim verdi?”

“2 tane adam gel… geldi, yarın beni arayacaklarını söy… söylediler.” Sesi heyecanlıydı, yalan söyleyip söylemediğini anlayamıyordu, bir polis gibi sorgu yapıyordu, ama polis değildi. “İş teklif… teklifi yapacaklar… Yapacaklarmış, para peşin dediler.”
Serdar’ın kafası karıştıkça siniri artıyordu, ve şu an bir hayli karışmış vaziyetteydi.

“Neden kadının parmak izi çıktı o paradan?”

“Bilmiyorum.”

“Bilmiyorsun…” dedi ve devam etti, “o iki adamı tarif edebilir misin?”

“İkisi de resmi giyinimliydi, sakal tıraşları tamdı, birinin elmacık kemiğinde büyük bir iz vardı, yanık izi gibi. İkisi de keldi ve gecenin o saatinde gözlük takıyorlardı.”

“Gecenin o saatinde nasıl gördün o izi?”

Öksürdü Tevfik, devam etti. “Işığın altındalard… Avukat Bey.”

Serdar dinliyor ve not alıyordu ama, bilgilerin işe yarayıp yaramayacağını çözemiyordu. Konuşmaya ara verdi, kaybedeceğine o kadar emindi ki, şimdiden üzülmeye başlamıştı.
Burcu Tanel’i araştırmaya başladı, Veli Tanel’le evlenince o da iş dünyasında hatrı sayılır bir yer edinmeye başlamış, ihalelere kendi paravan şirketiyle katılır olmuştu. Bazen aldığı büyük ihaleler bile oluyordu, ihaleleri tek tek not aldı Serdar, aratıp içeriğini öğrenmek istiyordu. Katıldığı ihalelerin listesi bir hayli kabarıktı, hepsini baştan itibaren soruşturacaktı, bürodaki sekreteri aradı ve 12 saat içinde kendisine bilgi vermesini söyledi. Zaman daralıyordu.
***
Evden çıktığında bir sigara almıştı, yolda yaktı, bu sefer öksürmedi. Hayatını sorguluyordu, ağzından çıkan her duman, ondan kopan bir parça gibiydi. Ruhu lime lime olmuştu seneler içinde. Seneler öncesinde biri bugünkü halini ona söylese, güler geçerdi, ama artık soluduğu hava kadar gerçekti her şey. Birkaç kere içindeki tüm zehirlerle birlikte içine çekti sigarayı ve ilk bulduğu çöpte söndürdü. Büroya girdi.

“Talep ettiğiniz otopsi raporu gelmiş Serdar Bey, masanızın üzerine koydum.” dedi Sekreter.

“Teşekkür ederim Sekreter Hanım.” diye cevap verdi Serdar ama sesinde en ufak bir heyecan yoktu. Sanki olay anını görmüş de adet yerini bulsun diye okuyor gibiydi.

“Her şey çok kötü…” diye mırıldandı Serdar. Satırları geçtikçe nefes alışverişi daha da zorlaşıyordu. Sayfayı çevirecekken bir gariplik fark etti. İki mermi de kalbine isabet etmişti, fakat merkezlerinden uzaklıkları 0.5 cm’di, neredeyse mermiler üst üste binmişti. Silah tabanca olduğundan geri tepme kuvveti az olabilirdi ancak bu kadar yakın olması pek normal gelmiyordu. Bekçinin herhangi bir atış eğitimi almadığı açıktı, bu atışı yapabilmesi büyük bir şans sayılırdı. Bu düşüncesinin mahkeme açısından hiçbir öneminin bulunmadığını biliyordu Serdar ancak sanki yıllardır denizde olan umutsuz bir kaptandı, sonunda karayı görmüştü ve umut ışığı onun gözlerinden adaya yansıyordu adeta.

***
“Serdar Bey, ben sekreteriniz Vildan. Dün söylediğiniz ihalelerin hepsini araştırıyorum. Burcu Hanım 3 ayda girdiği on iki ihaleden altısını lehine sonuçlandırmış, en düşüğü 100 bin TL, en yükseği 1 milyon TL. Kaybettiği üç ihaleyle birlikte henüz sonuçlanmayan üç ihalesi var. Sonuçlanmayanlar arasından ikisi bir hayli uzun sürmüş. İki ihalede de karşısında aynı firma var. Diğer detayları göremiyorum efendim.”

“Teşekkür ederim Vildan Hanım.” dedi Serdar, bu ihaleler hakkında bilgi sahibi olmalıydı, medya da bizzat işin içinde olduğundan şeffaf bir süreç yaşanmıyordu. Davayı kazanabilmesi için kendi çabasıyla bir şeyler yapmalı, reddedilemeyecek bulgularla davanın seyrini değiştirmeliydi.

Burcu Tanel’in dört sene önce kurduğu şirketi ziyaret edecekti, öldürüldüğü anı tam anlamıyla anlamak istiyordu, bir açık bulursa eğer, belki gerçeği ortaya çıkarabilirdi. Şirket binasına girdiğinde birkaç kişi dışında kimse kalmamıştı. Giriş katındaki koltukları gördü, bir kadın vardı, koltukta tek başına oturuyordu, saçlarını tutuyor, belli belirsiz hıçkırıyordu. Yanına gitmeye çekiniyordu Serdar, rahatsız etmek istemiyordu ancak yapmak zorundaydı.
“Hanımefendi, üzgün olduğunuzu görüyorum ancak affınıza sığınarak birkaç soru sormak istiyorum. Gerçeğin ortaya çıkarılması ve Burcu Hanım cinayetinin çözülmesi için sizin yardımınıza ihtiyacım var.” diye giriş yaptı, kadının acı çektiğini görüyordu, zorlamamak için olabildiğince kibar davranmaya çalışıyordu.

Kadın gözlerini Serdar’a çevirdi, saçlarını düzeltti, berbat göründüğünü biliyordu fakat sözkonusu “Burcu Hanım”dı, reddedemezdi.

“Buyrun, siz kimsiniz?” deyip elindeki mendille burnunu sildi.

“Ben cinayeti işlediği düşünülen inşaat bekçisinin avukatıyım.” diye cevapladı sorusunu, “Siz kimsiniz?” sorusunu duymamak isterdi, bu cevabı kadının hoşuna gitmeyecekti.

“Bir katilin avukatısınız demek!” dedi kadın, az önceki hüznü yerini sinire bırakmıştı.

“Bir katilin değilim Hanımefendi, yalnızca gerçeği ortaya çıkarmaya çalışıyorum, eğer yardımcı…” deyip devam edecekken, aniden sözünü kesti kadın.

“Beyefendi, yaptığınız işe saygı duyuyorum ama ben bir katilin avukatıyla konuşmak istemiyorum.”

“Bekçi suçlu olabilir Hanımefendi ancak, suçlu olsa da…” derken, yine sözü kesildi. “Her insan savunulmayı hak eder” diyecekti, ancak gerçek hayat çoğu kimse için siyah ve beyaz kadar keskindi. Ya siyahtın, ya beyaz.

“Size söyleyebilecek bir şeyim yok.” deyip kalktı kadın. Serdar tek başına kalakaldı. Başka biriyle konuşmak zorundaydı, her bilgiye muhtaçtı. Merdivenleri ikişer ikişer çıkmaya başladı. Sade bir ofisti, karşısında iki satırlık bir tabela duruyordu, ilk satır “Burcu Tanel”, altında da “Kurucu Genel Müdür” yazısından ibaretti. Kapının yanıbaşındaki masada bir kadın oturuyordu, bir şeyler okuyor gibiydi.

“Hanımefendi rahatsız etmiyorumdur umarım, Burcu Tanel cinayetiyle ilgili birkaç soru sormak istiyorum, avukatım.” diye söze girdi Serdar. Bu sefer “Siz kimsiniz?” sorusunun muhatabı olmayacaktı.

“Buyrun Avukat Bey.”

“Burcu Hanım’ın cinayetinde aydınlatılması gereken bazı hususlar var, bu konuda sizin yardımınıza ihtiyacım var.” dedi ve devam etti Serdar: “Örneğin girilen son ihalelerle ilgili bir bilginiz var mı?”
“Ne gibi bir bilgi?” diye cevap verdi kadın.

“Girilen iki ihalede de karşı tarafta aynı şirket var.” dedi ve durdu, bürodaki sekreter şirketin ismini söylemiş miydi, hatırlayamıyordu. “Bu şirketle olan ihale normalden çok daha uzun sürmüş.”
İhalenin normal süresi neydi, bu ihale kaç ay sürmüştü, bu konuda da hiçbir bilgisi yoktu.

“Evet, Burcu Hanım ihalelerin bir hayli uzun sürdüğünü söylüyordu üst düzey yetkililere, bu ihaleyle cinayetin ne ilgisi var?”

Sanki satranç oynuyorlarmış gibiydi, Serdar için her şey gayet normalken, kadın detaylara girmek istemiyordu, sorulan sorunun olması gereken cevabından daha fazla konuşmak istemiyordu ve cevabın ne olduğundan pek emin değil gibiydi.

“İhale sürecinin bu kadar uzun sürmesi pek normal değil.” diyerek yeni bir cephe açtı Serdar, “Hayat bir mücadeledir.” sözünü ağzından düşürmeyen hocasını çok ciddi bulduğundan pek sevmezdi ama bu konuşma tam anlamıyla bu söze uygundu.

“İhale sürecinde Burcu Hanım çok emek verdi ve her şeye rağmen ihalede kalacağını defalarca kez söylemişti.”

“Neden her şeye rağmen demişti? İhalede “Her şeye rağmen” denebilecek ne olabilirdi ki?” diye düşündü ve sordu:
“İhale sürecinde karşı şirketle anormal bir durum yaşandı mı?”

“Birkaç kez karşıdaki şirketten olduğunu söyleyenlerin geldiğini hatırlıyorum.”

“Ne konuştuklarını anımsıyor musun?” diye devam etti, bir şeyler duymak istiyordu.

“Bağrışmalar duydum, adamlar gittikten sonra Burcu Hanım arkalarından ‘bizi tehdit edemezsiniz!’ diye bağırmıştı.”

Serdar sonunda kaydadeğer bir şeyler bulmuştu, surda ilk gedik açılmıştı, artık kararlılıkla devam etmek gerekiyordu.
“Gelen adamlar kaç kişiydi?”

“İki.”

Elindeki defteri çıkardı Serdar ve devam etti: “Tarif edebilir misiniz?”

“İki adam da kısa saçlıydı, siyah saçları vardı. Imm… Takım elbiselilerdi… ve birinin yüzünde bir iz vardı, derin bir yanık izi.”

“Yanık izi.” diye tekrarladı, içinde fırtınalar kopmaya başlamıştı. Heyecanlıydı, heyecanını kadına belli etmemeliydi, önceki söyledikleri önemsizmiş gibi birkaç soru daha sormuş, teşekkür etmiş ve ayrılmıştı.

***
“Kemal Bey, davada çok önemli detaylara ulaştım.” diye lafa girdi Serdar, Kemal’in konuşmasına fırsat vermeden devam etti. Kemal detayları duyduğunda belirli belirsiz bir gülümseme oluştu suratında, söze devam etti.

“Yani olayın karşı firma tarafından yapıldığını, işin bekçiye kaldığını söylüyorsun.”

“Evet aynen öyle.” dedi, gözleri parıldıyordu.

“Ancak bulguların bu iddiayı ispat için yetersiz, silah neden elindeydi, kalbinin üstünde olması ve yardım etmek istemesi doyurucu bir cevap değil. Burcu Hanım’ın parmak izinin olduğu para neden müvekkilinin cebindeydi? O iki adam nasıl bu parayı Burcu Hanım’ın parmak iziyle adama verecek? Daha tatmin edici bulgulara ulaşmalısın Serdar.”

“Bulacağım Kemal Bey, bulacağım.” dedi Serdar, sesi kararlı, bir o kadar da hırslı çıkıyordu. Davaya birkaç gün kalmıştı, yapabileceği tek şey şüpheden yararlanıp arayışa devam etmekti, bu duruşmada karar verilmemeliydi.

***
Serdar yıllar sonra Tamer’i görmüş, gözleri ateş saçsa da dudakları tiksinç bir ifadeyle gülümsemişti, beyni kaslarına gülümseme emri vermiş, kasları ise isteksizce bu emri yerine getirmişti sanki.
Tamer iddianamenin içeriğindeki ifadeleri tekrarlamış, gün gibi gözüken bütün olayları söylemişti. Sıra Serdar’a geldiğinde, Serdar söze başlamak istese de boğazı düğümlenmiş, ses telleri titreşmeyi reddetmişti adeta. Hayatının amacını, avukatlığı hoyratça kullanan ve bir kere bile pişmanlık duymadığına emin olduğu Tamer’e karşı savunma yapmak midesini bulandırıyordu.
Ayak parmakları bir at gibi ayakkabısını eşeliyor, alnı soğuk soğuk terliyordu. Cübbesini düzeltip konuşmaya başladı.

Silahın bekçi tarafından ateşlenemeyecek kadar isabetli kullanıldığını, karşı şirketin olaydaki rolünü dakikalarca anlattı. Sözüne devam etti.
“Bu bulgulardan da anlaşıldığı üzere Hakim Bey, davanın seyri değişmiştir. Bahsettiğim konulardaki delillerin yüce mahkeme tarafından toplanmasını arz ederim.” dedi ve derin bir nefes aldı. Konuşurken Tamer’e hiç bakmamıştı, onun gözleriyle yapacağı yorumu görmek istememişti. Şimdiyse gözlerini Tamer’e dikmişti, Hakim biraz sonra konuşmaya başladı.

“Tahkikatın genişletilmesine, sözü edilen delillerin toplanmasına, davanın bir ay sonrasına ertelenmesine, sanığın tutukluluk halinin devamına karar verilmiştir.”
Hakimin sözleri havayı delip geçerken, Serdar sevincini gizlemek için elinden geleni yapıyordu.

“İlk perde sona erdi, sıra ikinci perdede.” diye mırıldandı. Bunu bağıra bağıra söylemek için çok şeyini feda edeceğine emindi.

***
Davayı üstlenmesinden bu yana ilk defa rahat bir uyku çekmişti, ancak bu sonraki duruşmaya kadar uyuyabileceği en güzel uykuydu, bunun farkındaydı. Yapacak bir işi kalmıştı: Şirketin bu cinayeti işlediğini kanıtlamak.

İlk işi suratında yanık izi olan adamla konuşmak olacaktı, mahkeme delilleri toplayana kadar dışarda gezeceğini biliyordu, ancak onunla konuşabilmesi için bir sebep olmalıydı. Bu sebebi bulabilmek için şirketin genel müdürünü kullanmalıydı. Şirketten randevu istedi ve iki gün sonrası için randevu aldı. Soracağı soruları düşünüyordu.
“Neden cinayetten birkaç saat önce sanık Fırat Uzun’a hiçbir şey yokken 600 TL verdiniz?”
“İki elemanınız da neden o gece oradaydı?”
“İki elemanınızın eşgalleri Burcu Hanım’ın şirketini tehdit eden iki elemanla neden aynı?”

Birkaç saniyede bulduğu bu gibi sorular cinayetin kilidini açabilecek miydi, emin değildi, denemek zorundaydı. Hayat denemelerin arasında bulunan başarılar etrafında şekilleniyordu.

***
“Mustafa Bey sizi bekliyor Serdar Bey.” dedi sekreter, Serdar önüne baka baka odaya yürüdü, düşünceliydi.

“Mustafa Bey ben Serdar Kalemoğlu, avukatım. Sizi şu an bakmakta olduğum bir dava için meşgul ettim.” diye söze girdi Serdar.

“Buyrun Serdar Bey.” dedi Mustafa, tanışma faslının bu kadar kısa olmasına alışık değildi.

“Burcu Tanel aylar önce öldürüldü ve müvekillim sanık olarak yargılanıyor. Davaya bakmaktayken sizin şirketinizi de ilgilendiren bazı bulgulara ulaştım. İzin verirseniz paylaşmak isterim.”

“Tabii ki buyrun.”

“Müvekkilim cinayetten birkaç saat önce iki adam tarafından durduruldu ve birkaç gün içinde bir iş teklifinde bulunulacağı, şimdiden 600 TL verileceği söylendi. Paranın üzerinden Burcu Hanım’ın parmak izi çıktı.” deyip nefes aldı, ancak beklenmedik bir şekilde söze girdi Mustafa.
“Burcu Hanım’ın parmak izinin çıktığı paradan nasıl bizi sorumlu tutuyorsunuz beyefendi?”
“Sizi sorumlu tutmuyorum, olayı anlatıyorum Mustafa Bey.” dedi ve duraksadı, “Şirketinizle Burcu Hanım’ın şirketinin girdiği ihalede Burcu Hanım’ı tehdit ettiğinizi söyledi şirket elemanları. Tesadüf o ki, tehdit eden iki elemanla müvekkilime parayı veren elemanların eşgalleri birbirinin aynısı. Bunu nasıl açıklayabilirsiniz?”

“Kendi kafanızın içinde bazı şeylere inanmışsınız, şimdi benimle tehditkar bir uslupla konuşuyorsunuz.”

“Hayır Mustafa Bey, olayı anlatıyorum yalnızca. Bakın, bu iş basit bir iş değil, deliller sizin şirketinizi de zan altında bırakıyor, eğer o iki elemanınızdan biriyle görüşebilirsem, olayı aydınlığa kavuşturabiliriz, böylece suçsuzluğunuzu kanıtlarsınız.”

“Elemanların benim elemanlarım olduğunu nerden biliyorsunuz?”

“Birinin yüzünde bir yanık izi var, son derece özel bir eşgal.”

“Sizi görüştüreceğim, ancak bu iş gereğinden fazla uzamamalı.”

“Söz veriyorum Mustafa Bey.”

Mustafa telefonu aldı, sekreterini arayıp elemanını çağırdı, birkaç dakika içinde odada elemanla tek başınaydı Serdar, şaşırmıştı, elemanını çağırması garipti, eğer elemanı suçlu bulunursa, genel müdür de suçlu bulunacaktı, neyse ki her ihtimal Serdar’ın lehineydi.

“Beyefendi, sizinle açık konuşacağım, Burcu Tanel’in cinayetinde şüphelisiniz, sanık bekçiye verdiğiniz paradan tutun, cinayetten birkaç gün önce Burcu Tanel’in şirketine gelip onu tehdit etmenize kadar her yerde parmağınız var.” dedi ve devam etti “mahkeme hakkınızda tahkikat başlattı.”

“İhalelerde içi boş tehditler olabilir, bunu kime sorarsanız sorun, herhangi bir anlam ifade etmez bu tehditler.”
Adam son derece sakindi, arkasına yaslanmış vaziyetteydi.

“Tabii ki tehditler görülmemiş şeyler değil, ancak sonrasında gelişen olaylar sizi şüpheli yapmaya yetiyor beyefendi.” Kılıç müsabakasında bir hamle daha yapmış gibiydi Serdar.

“Somut bir deliliniz yok.”

“Bahse girerim o bahçede sizin kullandığınız arabaya ait tekerlek izi var beyefendi, mahkeme araştırıyor, bulduğu anda somut bir delile fazlasıyla ulaşacağız.” Sesi sertti, köşeye sıkıştırmıştı. Adam bir süre düşündü, parmakları belli belirsiz titriyordu, Serdar’ın içi ferahlamaya başladı.

“Yapamam Avukat Bey.”

“Neyi yapamazsınız?”

“Söyleyemem.”

“Eğer sizi kimin yönlendirdiğini söylerseniz, cezanız bir hayli hafifleyecek, emin olun.”

“Bir söz verdim Avukat Bey, yerine getiremezsem…” dedi ve durdu.

“Yerine getiremezseniz?”

“Öldürürler Avukat Bey.”

“Kimi?”

“Beni ve ailemden geri kalan herkesi.”

“Kim öldürecek? Eğer teslim olursanız iş yargıya intikal eder, sizi de, ailenizi de kimse öldüremez.”

“Cinayetin şirketle hiçbir ilgisi yok.”

“Kendi başınıza işlediğinizi mi söylüyorsunuz?”

“Hayır.”

“Açık konuşun lütfen, geleceğiniz için bu detaylar çok önemli.”

“Nasıl konuşayım, anlamıyorsunuz Avukat Bey, öldürürler diyorum.”

Serdar surda gedik açtığının farkındaydı, biraz daha zorlarsa gerekli her şeyi öğrenebilirdi.

“Söz veriyorum size, elimden gelen korumayı sağlayacağım. Burcu Tanel’in cinayetinin arkasında olan kim varsa, hiçbiri yargıdan üstün değil. Ailesine karşı bir borcunuz var.”

“Cinayeti eşinin isteğiyle işledik Avukat Bey.”

***

Serdar darmadağındı, şirketten çıktığında bütün bildiklerinin tepetaklak olduğunu hissetti. Tepeden tırnağa titriyordu, bağırmak istiyordu, bağıramıyordu, küfretmek istiyordu, küfredemiyordu. Nasıl bir girdabın içinde olduğunu anlamaya çalışıyordu, beceremiyordu. Başka şeyler düşünmeye çalıştıkça daha da yalnızlaşıyordu, tek başına kalıyordu. Dava gününü dört gözle bekliyordu.

*

Mahkeme günü gelene kadar hayatında daha önemli hiçbir şey yokmuş gibi davrandı Serdar, dışarı çıkmadı, yemek yerken, duştayken, kitap okurken, bir şeyler yazarken hep misafiriydi bu dava. Mahkeme salonuna girdiğinde kulağında derin bir uğultu vardı. Söz ona geldiğinde hiç duraksamadan konuşmaya başladı. Elleriyle Tamer’i gösteriyordu.
“Siz asla gerçeğin ortaya çıkmasını istemediniz, bir suçlu arıyordunuz,  o suçluya da suç kıyafetini giydirmek istediniz. Müvekkilim bu iş için biçilmiş kaftandı. Suratıyla, sosyoekonomik yapısıyla, hayatıyla, tam anlamıyla bir “öteki”ydi. Siz gerçeği aramıyordunuz, siz bir insanı yargılamak istiyordunuz!”

“Serdar Bey, dava ile ilgili konuşun lütfen.” diye araya girdi Hakim.

“Lütfen Hakim Bey, müsaade edin.” deyip devam etti Serdar.

“Müvekkilimi medyanın önüne attınız, insanlara bir eğlence gibi sundunuz onu. Savunmasına bile izin vermediniz! Hayatını kaydırırken bir kere bile düşünmediniz, hiç düşünmediniz!” dedi ve gözyaşlarını sildi.

“Ama hakkınızı vermeliyim, öylesine güzel bir ağ kurmuşsunuz ki, ne olursa olsun asıl suçluya gelemezdim, önce bekçiyi katil olarak kabul ettim, sonra araştırdım ve Burcu Tanel’i tehdit eden şirketi buldum, düşündüm, araştırmaya devam ettim ve o iki elemanın suçlu olduğuna inandım. Benim bekçiden sıyrılıp başka bir suçlu bulacağıma inanmadınız ama ben ilerledim, yine de işinizi sağlama aldınız ve araya bir suçlu daha koydunuz. Eğer orada tatmin olup dursaydım, şirket suçlu bulunacaktı.” dedi ve cübbesini düzeltti. Sesindeki tavır sertleşmeye başlıyordu.

“Araştırdıkça şaşırttınız, ancak hesaba katmadığınız bir şey oldu, katil suçunu itiraf etti.”

“Serdar Bey, lütfen kişisel konuşmanıza son verin, eğer bulgularınız varsa mahkemeyle paylaşın.” diyerek tekrar uyardı Hakim.

“Hakim Bey, katil Burcu Tanel’in eşi Veli Tanel’di. Burcu Tanel’in cebinden alınan para bir gece önce onu tehdit eden şirketin iki elemanına verildi, büyük bir gizlilikle Burcu Tanel öldürüldü, silah da kalbinin üzerine koyuldu, Burcu Hanım’ı vurmaları söylendi. Eğer Burcu Hanım’ı bu kadar isabetli vurmasalar buraya kadar gelmem mümkün değildi. İki elemanın ikna edilmesi pek zor olmadı, şirketin iki elemanının da hesabına yüklü miktarda para yatırıldı, elemanlardan birinin annesi yurtdışında kanser tedavisi almaya gönderildi. Böylece susmaları sağlandı ki eğer birinin vicdanı olmasa şu an buraya kadar da gelemezdim.”

“Bu kanıya nereden vardınız, Veli Tanel neden bu cinayeti işlesin?”

“Çünkü Veli Tanel, Burcu Tanel’i aldatıyordu, bu altı ay önce Burcu Tanel tarafından fark edilmişti, boşanmak istediğini söyledi fakat şiddetli bir tepki gördü Veli Tanel tarafından, hatta altı ay önce antidepresan kullanmaya başladı Burcu Tanel. Veli Tanel toplumdaki itibarının sarsılmasından korkuyordu, eşinin tehdit edildiğini de bildiği için iki elemanını satın alarak bu suçu işledi Hakim Bey.”
Dedi ve ardından elemanların çağrılmasını söyledi, elemanlar suçunu itiraf etmişti. Bekçi minnettar gözlerle Serdar’ı süzüyordu. Hakim bekçinin beraatine, Veli Tanel’in, iki elemanın ve suç ortağı olan avukatın cezalandırılmasına karar vermişti.
Salondan çıkmadan önce, Tamer’in yanına gitti Serdar.

“Hayatım boyunca bugünü bekledim Tamer Bey, yalanlarınızın ortaya çıkacağı günü. En sonunda bu yalanları bizzat ben ortaya çıkardım, yüzünüzdeki utançtan mutlu olacağımı sanırdım ama yanılmışım, zira utancınız yalanınızdan pişman olduğunuz için değil, yalanınızın ortaya çıkmasından kaynaklı. Sizin adınıza utanıyorum, onurunuzun nasıl bu kadar kaybolduğunu düşünüyorum ama cevabı bulamıyorum.”

Yüzüne bakıyordu, Tamer sessizdi, Serdar arkasını dönüp gitti. geçmişinde gerçeğin değerini bildiğini sanırdı ama asıl değeri şimdi anlamıştı. Yıllar önce Tamer’in avukatlık hakkında söylediği söz aklına geldi:
“‘Vocare’, ‘bağırmak’ anlamına gelir. Şimdi düşün, bir yanda Einstein izafiyet teorisini açıklıyor, diğer yandaysa sürekli bağıran bir adam var. Hangisi duyulur? Einstein’in söyledikleri anlam ifade eder mi?”
Tamer yanılmıştı, “gerçek, bir anlam ifade etmişti. Yalanı bağıranı gerçeği fısıldayan adam susturabilmişti. Gülümsedi, ilk defa bu kadar umutlu olduğunu hissediyordu.

--SON--

Furkan Berkay ÖZCAN