27 Eylül 2021 Pazartesi

Sahne

giz kalkıyor bütün bir şehrin üstünden,

çok geçmeden beliriyor insanlar orada burada.

ilk kelimeler çıkıyor ağızlardan,

ve hepsi bir bir takıyor maskelerini bir ritüel halinde.

kimi bir güler yüzü seçiyor, kimi bir hayırseveri,

ben mi?

ben de sevinç ve heyecanla seçiyorum maskemi,

bugün için diğerkam ve mutlu bir karakter beğeniyorum kendime.


kapılar açılıyor sokağa yavaş yavaş,

kimi kahvesini yudumlarken balkondaki iskemlesinde,

kimi adım adım canlanan şehrin içine karışıyor.

ayıplanıyor bağıran küçük çocuklar, suçun ve masumiyetin birbirine karıştığı caddelerde, 

bazen büyükleri de içine alıyor bu kınanma kervanı, 

bütün insanlık kınama koltuklarında oturuyor ve

en ufak bir hatasında kınıyor kusuru olmayan birini,

ben mi?

ben de bağırıyorum,

ben de kınıyorum büyük bir zevkle!


gün bitiyor saatler sonra, artık dağılma vakti.

kimsenin duymadığı küfürlerin çınladığı iş yerlerindeki mesailer sona ermiş,

büyük bir ustalıkla yerine getirilmiş roller.

evler doluyor yavaş yavaş,

mutfakta içiliyor kahveler ve çaylar, balkonlar bomboş.

sokaklar kedi ve köpeklerin himayesinde artık.

dışarıda büyük bir sesle atılan kahkahalar,

yerini dedikodu ve kötü sözlere bırakıyor içerde.

maskeler uygun bir yere kaldırılıyor yarın tekrar takmak üzere.

ve pürüssüz bir ifade kalıyor herkesin suratında:

kiminde büyük bir kibir,

kiminde büyük bir kıskançlık.

yarıya iniyor insanlığın nüfusu, hatta daha da aşağıya.

zira kaybediyor fazladan yüzlerini insanlar,

üçler ikiye,

ikiler bire iniyor.

yüzler tek artık.


tanınmaz hale geliyor insanlar sabahtan akşama.

dışarıda kınanan insanlar hüzün dolup giderken evlerine,

aynalar kınanacak insanlarla doluyor.

ne de garip bir sahne hayat!

alkışlar en iyi rol yapanlara gidiyor hep.

rol yaptığını fark ettirenler büyük bir zevkle yuhalanıyor,

ve nihayetinde,

her oyuncu, seyircisi oluyor bir başka yuhalananın.

perde kapandığında,

herkes çekildiğinde odasına,

çoğu şeyin bir rolden ibaret olduğunu bilse de insanlar,

büyük bir kararlılıkla devam ediyorlar gün doğunca; 

heyecanla ısmarladıkları maskeleri takmaya.


ve bütün bunların arasında ben, 

-belki diğerlerinden farklı olarak-,

hiç çıkarmadan duruyorum maskemi. 

tekamülüm bitmiş nihayet ve eminim,

"bir" yüzüm var artık.

11 Eylül 2021 Cumartesi

Acının Kontrolü

Bir insanın karşılaştığı olaya vereceği tepki ve yaşadığı olayın ardından içine gireceği psikolojik durum olayın kendisinden bağımsızdır. Kimi olaylar insana derin bir acı verebilir fakat bu durum çoğunlukla acının kendisiyle ilgili değildir, doğrudan doğruya kişinin verdiği tepkiyle alakalıdır. Tabii ki gerçek bir travma yaratmaya aday olan acılar bu sınıflandırmanın içerisine girmez, zira bu acılar çoğunlukla insan ayırt etmeksizin herkesi etkisi altına alabilecek güçtedirler ancak bir insanın bu acılar dışındaki acılara karşı savunmaları, kendi “bağışıklık”larını gösterir. Vurdumduymaz bir kişinin birkaç dakika içerisinde unutacağı bir durum, hassas bir insanda etkisi uzun bir süre devam eden bir duruma dönüşebilir. Ancak burada, bağışıklığın dışında büyük bir etkiye sahip olan bir faktör daha vardır ki, o da toplumun beklentisidir çünkü toplum, insanın çektiği acılar karşısında vereceği tepkiyi bile kontrol altında tutmak ister. Örneğin, en yakınını kaybetmiş bir insanın bu durum karşısında ağlamaması hatta ağlasa bile ağlamanın “belli bir yaş damlası miktarına gelmemesi” toplum tarafından kınanır. Bunun sebebi, toplumu oluşturan bireyler için bu insanın artık güvenilmez olarak işaretlenmesidir. Topluma göre, yakınını kaybettiğinde yasını belirgin biçimde tutmayan insan duygusal anlamda sakattır ve böylesine güçlü bir acı karşısında bile “açık şekilde” reaksiyon göstermeyen insanın yaşayanlar için de üzülemeyeceği düşünülür. Bu durum anlaşılabilir olmakla birlikte muhtemelen pek de mantıklı olmayan bir şeydir. Toplumun yas tutan kişiye karşı verdiği tepki, geniş bir empati ağına benzetilebilir. Toplum, kendisini ölen kişi yerine koyar ve bundan bir beklenti devşirir.

Empati denen şeye toplum tarafından yüklenen anlam, bireyin hakimiyet alanını kısıtlarcasına genişlemiştir, zira empati her ne kadar güzel bir anlam içerse de, günün sonunda insanların kontrol edilmesine de yarar. Bu doğaldır, çünkü toplum kontrol edebileceği her şeyi kontrol etmek ister ve bu kontrol çoğu zaman bilinçsiz gelişir. Fakat burada ironik olan, toplumsal düzeyde böylesine kutsanan bir kavramın bireylerin arasında nadiren görülmesidir. Empati, çoğunlukla kutsallaştırılan fakat çoğunlukla kimse tarafından kullanılmayan bir yeti olmaktan kurtulamamıştır. Bu duygu, “herkeste bulunması zorunlu olan bir duygu” olarak işaretlense de, insanlar bu sözü söylerken kendilerini bu “herkes” sınıfı içerisinde hissetmezler. Kısacası, birçok kimseye göre empati bir başkasında bulunmalıdır, kişinin kendisinde değil. İşte acıya yüklenen anlam da budur. Acı kutsallaştırılır, herkes tarafından çekilmesi gereken bir duygu olarak işaretlenir fakat kimse tarafından çekilmek istenmez. Birçok insan yakınını kaybeden bir kişinin cenazeden sonra akşam eve gittiğinde ne halde olduğuyla ilgilenmese de cenaze esnasında dökülmesi gereken gözyaşının miktarıyla ilgilenir. Çünkü, empatide olduğu gibi burada da acı, bir başkası tarafından “dibine kadar” çekilmelidir. Bu dip, o kadar derindedir ki, kişinin abartılı denebilecek tepkileri bile içten içe toplum tarafından takdir edilir. Acı, alkışlanır.

Az önce söylediklerimin bir istisnası olarak söylemem gerekir ki, acı, yas durumlarında çekilmesi zorunlu hissedilen bir duygu olarak da görünür. Bu sefer kişi, acıyı bir başkasında değil, kendisinde görmek ister. Kişi, o kadar üzüntünün içerisinde bir de “yeteri kadar” acı çekmediği için üzülür. Burada yeteri kadar acı çekmediği için üzülmesinin sebebi, kaybettiği kişiye karşı hissedilen bir mahcubiyet midir yoksa topluma karşı duyulan bir utanç mıdır, bir fikrim yok. Muhtemelen her ikisinin de payı vardır.

Sonuç olarak, birçok duygu gibi, acı da toplumun tekelindedir. Bu doğru veya yanlış olarak nitelendirilecek bir şey değil, yalnızca var olan bir şeydir.

Son olarak, tabii ki bütün bunları söylemek için allameicihan olmaya gerek yoktu fakat uzun süredir blog’da bir yazı yazmadığımdan, bu arayı bu yazıyla kapatmak istedim.

Görüşmek üzere. 

20 Temmuz 2021 Salı

Metro

Bir renk paletini andırıyordu üstündeki tişört, kaynağı belirsiz onlarca leke, kazağa karakter kazandıran motifler haline gelmişti. Altındaki pantolon, yamalarıyla birlikte yeni bir pantolondu, kahverengiydi -en azından o an için, zira fabrikasından hangi renkle çıktığını bulmak ancak hummalı bir çalışmanın ardından mümkün olabilirdi-. Ayakkabısı yoktu, küçücük terliğin ucundan sarkan koca parmakları yolu silerek ilerlediğinden simsiyahtı artık, sadece bir parmağının ucu kırmızıydı, o da az önce ayağını yerdeki cama taktığı için. Gecenin buz kesici soğuğuna rağmen sefere yetişmek için koştuğundan, terler süzülüyordu saçlarının arasından ve bu koşuşturma günlerdir üzerine sinmiş kesif ter kokusunu uyandırmıştı. Bu kokunun etraftakiler tarafından duyulmaması mümkün değildi. Neyse ki bindiği metro gecenin son seferine kalkmıştı, koca vagona sirayet eden bu iğrenç koku, talihsiz beş kişi dışında kimse tarafından teneffüs edilmiyordu.

Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı, etrafındaki insanların ondan tiksindiğini düşünüyor ve bundan garip bir haz duyuyordu. Gün boyunca ofislerinde beyinleri patlayan insanların, başlarını hızla giden metronun camına dayayarak günün yorgunluğunu atmaya çalıştıkları bu birkaç dakikayı onlara zehir etmek... İstediği ve mutlu olduğu şey tam da buydu. Eve gittiklerinde günün yorgunluğuna söverken bir de bu kokuya söveceklerdi, gece "bunları mı çekeceğim her gün?" sorusu bu koku için de sorulacaktı, ancak sabah yine aynı şekilde işe gidilecekti, kaçış yoktu.

Karşısında bilmem kaç bin liralık takım elbisesiyle duran çocuğa baktı, "olsa olsa yirmi beş, otuz yaşlarında" diye geçirdi içinden. Bu çocuk gibi olabilme hayaliyle çalışmıştı senelerce, pahalı takım elbiseleri giyecek, herkesin ona saygı duyduğu bir ofiste çalışacak, aldığı maaşla istediği yerde, istediği yemeği ücretine dahi bakmaksızın yiyebilecekti. Eğer ani bir kararla bu hayata giden yolda yaptığı her şeyi çöpe atmasa, belki bu çocuktan bile iyi olabilirdi, hatta bir ihtimal metroya değil, kendi arabasına binip giderdi eve. 

Çocuk, sanki kendisinden söz edildiğini duyarcasına kaldırdı kafasını, karşısında bembeyaz saçları ve lekelerle dolu bir kıyafetle oturan adamı gördü, sanki "buldum." diyordu içinden, "buldum bu kokunun kaynağını." Adamın kaç yaşında olduğunu kestirememişti, saçları seksen küsür yaşında bir ihtiyarı andırırken, duruşu ancak otuz beş, kırk yaşlarında birini işaret ediyordu. Durdu, saatlerdir çalıştığı için sepet gibiydi başı, yaş tahminiyle vakit geçirmek istemedi ve bu bahsi kapattı. Şimdi, hayal kurma vaktiydi, çalıştığı büroda müdür olduğunu düşündü bir an için...

Çocuk boş bakan gözlerini gezdirirken bir anda göz göze geldiler ve adam, çocuğa acıdığını hissetti bir anda. Yıllardır kendisine acımayla karışık merhamet duygusuyla bakan yüzlerce kişiden duyduğu rahatsızlık ona bir başkasına acımayla bakmayı zımnen yasaklamıştı ve şimdi, bu zımni yasak ilk defa delinmişti. Fısıldamaya başladı kendi kendine, en son ne zaman biriyle konuştuğunu hatırlamıyordu zaten.

"Git bakalım, senelerce git çalışmak istemediğin o ofise. Kaçta kalkıyorsun be oğlum, sabah 6'da mı, 5'te mi? Ne yiyorsun sabahları, yumurta haşlamaya kalıyor mu mecalin? Melul melul bakıyor musun her sabah aynaya, bir amaç arıyor musun devam edebilmek için? Ayda bir kere pizza yiyince ne diyorsun kendine, 'oh be, ne güzel doydum' mu? Değer mi be oğlum! Değmez... Değer mi? Vallahi değmez! Değmez!"

Birkaç saniyelik göz teması, çocuğun gözlerini kaçırmasıyla son bulmuştu ve bu durum yenilgiyi kabul ettiğinin bir göstergesiydi. Takım elbisesi üzerinde olmasa çok daha küçük gösterirdi zaten, maganda gibi "ne bakıyorsun ulan ters ters?" diyebilecek bir cesareti yoktu, kaçırmak tek çareydi. O sırada bir anons duyuldu.

"Gelecek istasyon: Demirevler"

Çocuk anonsu duymasıyla birlikte yenilginin bütün sonuçlarından bağımsız bir şekilde yavaş yavaş toplanmaya başladı, yan koltuğa serdiği el çantasını bacağının arasına koydu. Çocuğun toparlanmaya başladığını görünce, kendi kendine konuşmaya devam etti adam.

"Nerede insem bugün? Yenitepe? Esentepe? Hava soğuk bugün, tepelerde de kalınmaz ki, üşürüm yani..."

Her gün farklı bir yerde iniyordu ve nerede kalacağına semtlerin rakımına göre karar veriyordu, ona göre rakım birkaç metre yükselse bile havayı buz gibi yapmaya yeterdi. Dereceyle girdiği Lonbridge Üniversitesi'ndeki coğrafya eğitimini birinci sınıfta bırakmıştı ve rakım, öğrendikleri arasında aklında yer eden nadir şeylerden biriydi.

Aklına son üç durak arasında tepe olmayan tek durağın Demirevler olduğu ve bu durağa varmak üzere oldukları düştü, bir sağına baktı, bir soluna. Üşümek istemiyordu. Üşüdüğünde sanki aklını yitiricekmiş gibi hissediyordu zira, dişleri birbirine her vurduğunda aklından bir zerre daha çıkıyordu sanki. Karar vermeden önce düşündü, kapıların açılmasına anca birkaç saniye vardı. Düşünme vakti çoktan geçmişti, haddinden fazla bir telaşla poşetlerini toplamaya başladı, her hareketi, ter kokusunu daha da yayıyordu etrafa. Sanki bu durakta inmese, hayatı boyunca Demirevler'e asla gelemeyecek gibiydi. Poşetlerini tek tek kontrol etti hızlıca, dört farklı kütüphaneden yürüttüğü ve zar zor beş poşete sığdırdığı yirmi kitabı göz ucuyla saydı. Kütüphaneden yürüttüklerini çok geçmeden geri getirirdi, zaten o yüzden "yürütmek" derdi bu eyleme, kitapları birazcık yürütüyor, sonra geri getiriyordu.

Çocuk alelacele toplanan tekinsiz adamı görünce biraz daha panikledi, adam onun için hazırlanıyordu sanki. Yere bir şey düşürmüş gibi eğildi, havayı topladı ve yerine geri oturdu. Karar vermişti çoktan, bu durakta inmeyecekti, evi bu durağa on dakika uzaklıkta olmasına rağmen.

Kapılar açıldı, bir nefes sesiyle. Adam hızla çıktı kapıdan, çocuk içinden hem küfürler ediyor hem de oyuna getirdiğini düşünerek keyifleniyordu, zira hayatı boyunca böyle insanları yalnızca ikinci sınıf filmlerde görmüştü ve içinde bulunduğu durum ona göre tehlike içeriyordu. Ayaklarını koltuğun hemen altında topladı, canı sıkılmıştı.

Havada özgürce dolaşan ter zerrecikleri, adamın rüzgar gibi çıkışıyla kaynağını kaybetse de, hakimiyetini halen kararlılıkla sürdürebilecek güçtelerdi, birkaç dakika sonra biraz daha hafifleyecekti koku. Çocuk anlık bir rahatlamanın etkisiyle derin bir nefes aldı ve hemen sövdü ardından, zira ter, burnunun direğindeydi. Müdür olma hayali de sekteye uğramıştı bu birkaç dakika yüzünden. Keyfi kaçmıştı. Bir ses duydu hemen ardından, eve dönüş yolculuğunun en az yarım saat uzadığını bildiren bir sesti bu:

"Gelecek istasyon: Esentepe" 

23 Şubat 2021 Salı

Bitme(!) Kalem

"Yok arkadaş, yok yahu!

260 lira verdim ben bu dolma kaleme, tam beş aydır maaşımdan ayırıp kenara az az para attım da öyle biriktirdim parasını, düşünün, maaşım 300 lira be benim! Yok işte! Yani, kalem var... Kalem var ama kapağı yok! Neye yarayacak kapağı olmayınca, bütün mürekkebi birkaç saat sonra kuruyacak. Hadi mürekkebini buldun, bir de ona para verip aldın diyelim. Ne yapacaksın bunu, cekete koysan ceketi boyar, peçeteye sarsan peçete dayanmaz, hadi dayandı diyelim, el âlem önünde peçeteden mi çıkaracaksın zebellaya rahmet okutan bir kalemi? Demezler mi yahu, 'görgüsüze bak hele, kalemi peçeteye sarmış' diye? Aynı kalemden bir tane daha alayım desem, Batı Almanya'daki akrabalardan yalvar yakar getirttim, bir daha yalvarmaya yüzüm yok. Hoş, param da yok. 

Off... Nereden de heves ettim buna, yıllardır ucuz alıp defalarca kez değiştire değiştire kullandığım tükenmez kalem neyime yetmiyordu ki? 'Benim ne eksiğim var Murat'tan?' diye düşünen kafama taşlar düşsün. Sen kim, 260 liralık dolma kalem kim be!

Neyse, sakinleşmem lazım. Ne yapalım, yazacağız işte sabaha kadar. "Sen de ne cimriymişsin!" demeyin kardeşim bana, 260 lira diyorum! Bırakmam, vallahi de billahi de kuruyana kadar gözümü kırpmam, deli gibi yazarım. Durun gülmeyin, ya ne yapacaktım? Mürekkebini bırakacağım öylece, kuruyacak, sonra ben de yanıp giden kalemin mürekkebinin kokusunu teneffüs edeceğim, ciğerlerimi onunla dolduracağım, öyle mi? Yok öyle yağma! 

Dur bakalım, düşüneyim biraz. Ne yazılır şimdi? İsmimi yazarak başlayayım bari:

'Arif'

***

Beş dakika bekledim masanın başında, ilham milham gelmedi, ismimden gayrı tek kelime yazamadım. Ya bu ağzından 'ilham'ı düşürmeyen yazar taifesi yalan söylüyor ya da bu meret bile adamına göre muamele ediyor, bilemiyorum. Ama elimi yüzümü yıkadım, şimdi bir kez daha geçtim masanın başına. Kararlıyım, inşallah şimdi gelecek, gelmek zorunda. Bu ne gibi biliyor musunuz? Sanki elimde dondurma varmış da yemediğim her saniye elime damlıyor gibi hissediyorum. Keşke elime damlasa gerçi, en azından kuruyup kalmazdı...

Bari kalemle vedalaşmadan önce, kısaca tanıtayım size bu nadide eseri. Hem ben de unutmamış olurum, kim bilir, seneler geçince kâğıdı gözyaşlarımla ıslatarak okurum bu satırları... Gerçi unutulur mu, 260 l... Neyse.

Gri bir kapağı var ama nasıl anlatsam, gümüş gibi. Sahtesinden değil ha, ne diyorlardı ona, imdasyon mu, yoksa imidasyon muydu? Öyle değil işte! Kuyumcuda tartıyla tartılıp satılan o gümüşler var ya, ondan. Ucu da sapsarı, altından. Konu komşunun düğününde taksan yedi sülalesi ihya olur, o derece. Anlayacağın, en kalitelisi buymuş. Tabii kalem kaliteli olunca, kuruması da öyle hemencecik olmazmış, kapağı kapatıldığı sürece. Kalemin gövdesi de gri, hatta 'gıpgri' diye bir kelime varsa eğer, öyle bir gri... Diğer bütün grileri kıskandıracak kadar güzel bir gri. 

Kalem demişken... Açıklamama izin verin lütfen. Ben bu kalem işine düşecek biri değildim. İş yerinde bilmem kaç saat yaza yaza parmaklarım bükülüyor zaten. Bundandır ki, iş yerinden başka bir yerde elime kalem almam, tövbeliyim. Ama Murat denen, (affedin lütfen ama) meymenetsiz adam, öyle bir hava attı ki kalemiyle, sanırsınız divan katibiymiş de, vezirin sözünü geçiriyor kâğıda! Ben de ne yapayım, kıskanınca kıydım paraya, alıverdim. Daha bugün geldi, siftah dedik, bakalım dedik, yazalım dedik. Yarın arzıendam ettireceğim diye içim içime sığmıyordu ama görüyorsunuz, kapağını kaybettim işte, yok!

Bir dakika...

Acaba kapaksız geldi de ben mi hatırlamıyorum?

Yok canım, olur mu öyle şey? Kaç kere denedim kapağı tam kapanıyor mu diye, kapağı vardı.

Kusura bakmayın, insan eline böylesine kaliteli bir kalem alınca duramıyor. Yazarlık da böyle bir şey herhalde, alıyorlar ellerine pahalı mı pahalı bir kalem, yazıp duruyorlar sonra, çıkıyorlar sonra, roman yazdım, öykü yazdım diye. Yoksa insan durup dururken yazı yazar mı hiç?

***

Bir çay koydum, geldim. Kalemimi üç dört dakika kendi haline bıraktım ama baksanıza, tık demiyor, jilet gibi yazıyor vallahi. Neyse, devam edeyim.

İtiraf edeyim, sayfayı baştan sona okuyunca, kendimi yazar gibi hissetmeye başladım. Ha, dur, size bununla alakalı bir şey anlatayım:

Ben yazarlara deli derdim önceleri, bilir misiniz? 'Kendi kendilerine konuşuyorlar, karşılarında biri varmış gibi.' diyordum. Sonra da 'tonla para kazanıyorlar.' diye söylenip dururdum. Şimdi ben de o deliliğin içine düştüm herhalde, baksanıza, karşımda siz varmış gibi başladım yazmaya. Yazarlarla ilgili fikirlerim biraz değişmedi dersem yalan olur tabii. Ama şimdi de kitap okuyanlar bir garip gelmeye başladı. Yahu, zaten günlük hayatta yeterince insanla karşılaşıyorsun, niye roman okuyup daha da fazla kişiyle yüz göz oluyorsun ki? Kendi kendilerine zarar veriyorlar, haberleri yok. Bir de tutturmuyorlar mı, 'kültür efendim... kültür' diye, vallahi fıtık oluyorum. Bir kitap da kaç paradır, kim bilir! Gerçi kitabı boş verin, bir dolma kalem daha pahalı (hatta elimde tuttuğum en pahalısı), onu biliyorum. Bilmez olaydım!

Yazmak gerçekten de zevkli bir işmiş be! Bizim Murat denen adam da anca alsın önüne bir kâğıt, yüz tane imza atsın bir kâğıda. Soruyorum 'ne yapıyorsun?' diye, 'imza deniyorum.' diyor, israf be israf! Bir de yazdığı şey güzel olsa bari, nerede onda böyle kalem? Yani kalem derken, yazan kişi anlamında söylüyorum, yanlış anlamayın. Gerçi, bir ben okuyorum bunu, ben de yanlış anlamam herhalde.

Yazarların üzerine biraz daha düşüneyim...

Okunmayan yazarlar ne yapıyor acaba? Haydi ben farkındayım kimsenin beni okumadığını, onlar da duvara karşı konuşur gibi mi hissediyorlar ki?

Bu arada, yazarken düşünmek de mümkünmüş. Bülbül gibi şakıyorum, baksanıza.

Ne yazsam... Ne kaldı yazılacak?

Sabah 6'da kalktım bugün. Yahu şehri ben uyandırıyorum sanki, 6 nedir yahu? (Patron bir dakika geç kalırsan maaştan kesiyor, hele bir kalkma bakalım!) Kahvaltıda haşlanmış yumurta yedim, kayısı kıvamındaydı. Aslında ben çok pişmiş severim de, tutturamadım bu sefer.

Öğlen, iş yerinde tabldot çıktı. Pilav vardı, ama ne biçim pilav! Çocuk yese dişi kırılır, dede yese basar küfrü, 'taş mı yedireceksiniz bize' diye. Hee, mercimek çorbası güzeldi, onun hakkını yemeyeyim. Cacık vardı, bir de sulu köfte. Yemekler genelde güzel oluyor bizim iş yerinde, nadiren bozuyor, bugünkü pilavda olduğu gibi.

Akşam makarna yedim, bir de yanına salça kavurdum, sonra biraz da su döktüm üstüne, makarnanın üzerine koydum, off! Değme keyfime!

Gün bitti.

Saat 10'u geçiyor, 11'de uyusam... 7 saat uyur, uyanırım, o da bana yeter. Dur hele, alarm kurup geleyim, sonra unutuyorum.

***

Buldum! Buldum! Ne diyorlardı ona, Evareka... Evıreka mıydı yoksa? Evıreka! Evıreka!

Akıl alacak gibi değil yahu, kapağını kutusunda bırakmışım kaybederim diye, sadece kalemi almışım. Zeki adamım tabii, biliyorum huyumu.

Zaten değil sabaha kadar, beş dakika bile çekilecek çile değilmiş bu yazma işi. Yazarlık iyiymiş falan dedim de, insan kendini kandıramıyor ki, yazdığına inanamıyor! Yazarlar da kendi yazdıklarına inanmıyorlar demek ki.

Artık kararımı verdim, yazarlık delilik değil de, uydurukçuluk işi herhalde. Yoksa nasıl yazacaksın öyle koca koca şeyleri, dayanabilir mi yahu insan? Salla bir şeyler, inansın el âlem... Geçen bir arkadaş çıkageldi, sonra nedendir bilmem, konu bir anda kitaplara geldi. Laf aramızda, en sevmediğim muhabbettir kitap muhabbeti... Neymiş, bir adaya düşüyormuş da bilmem kaç yıl tek başına yaşıyormuş... Sonra bir tane adam geliyormuş adaya, bizimki de adını Cuma koyuyormuş... Yok daha neler! Adaya düşse ikinci gün telef olur be! Neydi onun adı, Robin Kruzo muydu? İnsanlar inanıyor mu acaba buna? Vallahi gülmekten çatlarım öyle bir şey varsa, kusura bakmayın.

Neyse... Fazla harcamayalım mürekkebini, malum, yarın arkadaşlara göstereceğim. Gel hele Murat, gel... Kalem gör kalem!

Aa, unutmadan tarihi de atalım... Ayın kaçıydı bugün yahu?

Hatırlayamadım. Neyse, 1963 yazıp geçeyim, kim okuyacak zaten!

Haydi eyvallah!"


Son düzenleme tarihi: 24.02.2021 19.13

31 Ocak 2021 Pazar

1353

Üç buçuk yıllık çalışmasını sona erdirmek için birkaç harf gerekiyordu yalnızca. Üç buçuk yıldır yaptığı her şeyde kafasını meşgul eden bir şeyi tamamlamak... Hayalini kurarken dahi heyecanlandığı bir şeydi bu.

Birkaç kelime yazdı, ardından bir ritüeli gerçekleştirircesine en büyük puntoyu seçti dosyadan, her bir harfe özenle bastı ve "SON" kelimesini kondurdu dosyasına, bir kutlamadan çok daha eğlenceli bir şeydi bu. Gülmeye başladı, öyle bir gülmeydi ki, sanki kötü bir filmin bir sahnesinden alınmış gibiydi, abartılı ve upuzun. Komşuları "bu adam delirdi herhalde." diyordu, duvarlardan taşan bu kahkahaya.

"İşte bu! İşte bu!" diye bağırmaya başladı, bu projeyi yapmak için uykusuz geçirdiği geceleri, baş ağrılarıyla uyandığı sabahları getirdi gözünün önüne. Her yediği yemekte eşlikçisiydi bu çalışma, bir haftanın yorgunluğunu atmak için gittikleri eğlencede bile aklına gelirdi ve geldiği gibi alırdı bütün neşesini, bütün bir gecesi somurtarak geçerdi, "o bölüme nasıl geleceğim, nasıl bağlayacağım birbirine?" gibi binlerce soruyu tek tek cevaplamaya çalışırdı. Şimdi bütün zincirleri kırılmıştı adeta, özgürdü!

"Bitti be..." dedi, bir nefes sesi kadar kısık bir şekilde.

Kaç gün olduğunu merak etti, internetten bir hesaplayıcı buldu, bitirdiği ve başladığı günü yazdı ve ekranda çıkan yazıyı görünce yeniden gülmeye başladı.

"Tam 1353 gün ha! Üç sene... Ne üçü? Üç buçuk!"

Kalktı ve bir kahve koymaya gitti, kahveyi doldururken içindeki bütün yorgunluğu yavaş yavaş bardağa akıtıyordu sanki. Önce bir yudum aldı, dilinin yanmasını umursamadan yürümeye başladı, kendi kendine dans ederek masaya oturdu tekrar. Bardaktan taşan ve elini yakan kahve umurunda bile değildi. Hızlıca göz atmaya başladı sayfalara, eseriyle gurur duyuyordu, hatta bazı yerlerde duruyor, gururla "vay be!" deyip devam ediyordu.

Yavaş yavaş sona gelirken, doksan beş sayfa kala durdu.

Hışımla kalktı koltuğundan, hesap makinesini almaya koştu, alıp oturduğunda sandalyesi feryat etmişti adeta. Dışarıdan bakan biri delirdiğini düşünürdü hiç şüphesiz ama o bunu düşünecek durumda değildi. Sinirle basmaya başladı tuşlara. Parmakları makineyi dövüyordu, işlemi başarıyla yazabilene kadar üç dört kere silip baştan başlamak zorunda kalmıştı.

4340+3450= 7790.

Dikkatlice baktı ve hemen sildi, kimse görmesin istiyordu sanki. Bir daha yaptı aynı işlemi.

4340+3450= 7790.

Eli terlemişti, başının arkasının ağrımaya başladığını hissediyordu. Ayak parmaklarını sıka sıka ayak tabanına kenetlemişti adeta, birinin açması mümkün değildi. Bütün vücudu teker teker tepki veriyordu.

Birler basamağı 0 olan iki şeyi toplamış, ve birler basamağı 6 olan bir şey bulmuştu, hesap makinesine koşma sebebi buydu. 

Çalışmasının son doksan beş sayfasında yaptığı bütün işlemler, "7790" üzerinden değil, "7796" üzerinden yapılmıştı, ardından gelen bütün hesaplamalar baştan aşağı yanlıştı.

Az önce hesapladığı gün sayısına baktı, "1353" diye tekrar etti ve bu sefer acı acı gülümsedi. Vücudundaki bütün sinirleri daha önce hiç hissetmediği kadar gergindi, bir an bıraksa kendini, hüngür hüngür ağlayacaktı bütün bu olanlardan dolayı. Önündeki günleri düşündü, sayacın ne zaman "gerçekten" duracağını merak ediyordu.

1353...

1354...

1355...