24 Temmuz 2022 Pazar

Altmış Beş

Oturduğu yerden insanlığı izliyordu, sanki çoktan ölmüş, geride kalanların ne yaptığını seyredip iç geçiriyor gibiydi. Geçmişi hatırlatan bir şarkı eşlik ediyordu kendisine, bu şarkıyı yine hüzünlü olduğu zamanlarda dinlerdi ama o zamanları özlüyordu. Sanki hüznü daha kıymetliydi o zamanlar, o zamanların acısını düşündükçe mutlu oluyordu, acı çekmeyi seviyordu bir anlığına.

Farkında olmadan süzdüğü insanlar bazen “Niye bana bakıyorsun?” der gibi cevap veriyordu ona, hafif bir utanç kaplıyordu içini ve bir anlığına acısını kapatıyordu bu utanç. “Utanç, acıyı perdeler.” diye bir aforizma uydurdu, belki ikinci sınıf bir aforizma kitabının kapağını süsler umuduyla.

Karşısı boştu, solu ve sağı gibi. En son biriyle oturduğunda henüz saçlarını yeni kestirmişti, şimdiyse neredeyse ensesinden aşağı süzülüyordu. İnsanlar öyle değildi, hep birlikteydiler ve bir an bile susmayı günah sayıyorlardı. O ise bu inanç için fazlasıyla günahkardı.

İçinde imrenmek mi vardı, kıskançlık mı emin değildi. Sevgilileriyle gelenler vardı kafeye, biriyle hayatını paylaşmayalı birkaç yıl olmuştu. Bir anlığına onlar için seviniyor, sonra da yaşayamadığı bu mutluluk için kendini suçluyordu. Hayatının kontrolünü kaybetmediği günler kaçırdığı fırsatlardan biriydi bu da. Yirmi altı yaşında teşhisi konulan hastalığından sonra hayatındaki herkesi çıkarmış, yerlerine kimseyi almamıştı. Herkesi kendisinden peyderpey uzaklaştırmış, bir başına kalmıştı.

Kapıdan hayli yaşlı bir çift girdi, şaşırmıştı bu görüntüye, kafedeki en yaşlı insan o değildi artık. El eleydiler, sanki yeni sevgili olan iki genç gibi görünüyorlardı. Güldü, çocukken böyle bir ilişkisi olacağından emindi, “Birlikte dünyayı gezeceğim.”, “Çocuklarımla arkadaş gibi olacağım.” gibi hayalleri vardı bir zamanlar. Sanki bu hayalleri kurduğu günleri hiç yaşamamış gibiydi, öyle uzak geliyordu ki ona bu düşünceler, okuduğu iç karartıcı kitapların bir karakteri olmuş çıkmıştı. Ama sebebi vardı, kader ona bir hastalık bahşetmişti ve elinde başka bir seçeneği yoktu.

Yaşlı çift kahkahalarla gülüyordu, Behçet de adamın artık iyiden iyiye sararmış dişlerine bakıp gülümsedi. Belki altmış beş yıldır ağzındaydı bu dişler, “Belli ki eşi onu o kadar çok seviyor ki, dişlerini fırçalama gereksinimi bile duymamış adam.” diye düşündü. Güldü düşündüğüne, bu tespiti de pekâlâ ikinci sınıf bir romana ilk sıradan girerdi. Yazar olma hayali suya düşeli belki on beş yıl olmuştu. “Su”, Behçet’in hayalleriyle doluydu.

Şarkı değişti, yeni çalan şarkı içinde halen heyecan varken dinlediği şarkılardandı. Yumruğunu sıktı, mutsuzluğu vücudunu kaplamıştı çoktan. Kafedeki her görüntü hayalini kurduğu görüntülerdi, mutsuz olan birilerini aradı ama nafile.

“Yapacak bir şey yok. Başka seçeneğim yoktu.” dedi, sesi kısıktı, kimsenin duymasını istemiyordu bu hali. Gözlerini kapattı, görmek ve daha da ötesinde, görülmek istemiyordu.

“Her şey bitti.” diyordu şarkıdaki adam, sesi tahammül edilemez bir tebessüm içeriyordu. Her şeyin bitmesinin verdiği rahatlık her zerresiyle hissediliyordu.

Yaşlı çift halen gülüyordu.

10 Temmuz 2022 Pazar

Gordion Düğümü

"Tam yedi saat oldu kardeşim, yedi saat! Bin tane adam geçti önüme. Biz eşek miyiz de sıra bekliyoruz hala?"

Sinirden kulakları yanıyordu ve bu haldeyken böyle uzun bir cümleyi tek seferde kurabildiğine inanamıyordu. Tam yedi saattir kulaklığı kulağındaydı ve tam yedi saattir opera dinliyordu. Eğer bu ani çıkışı yapmasaydı, sanki bestelenmiş bütün opera eserlerini dinleyecek gibiydi. "Eşek" dediğine pişman oldu, onun gibi bir "beyefendi"den böyle bir kelime çıkmamalıydı. 60 yıllık takım elbisesine iliştirdiği kırmızı mendili düzeltti, üstünde toz varmışçasına silkindi. O "Burhan Bey"di, böyle laflarla kirlenmemeliydi.

"Evet kardeşim, eşeksin!" cevabını duyduğunda, bu sefer bütün bir vücudu alev alır gibi oldu. Az önceki "Burhan Bey" uçup gitmişti.

"Ne diyorsun ulan sen?" diye bağırdı, yumruğunu sıktı. Öyle sıkı kapatmıştı ki elini, bu eli çözebilen, Gordion düğümü misali, bütün bir Asya'ya hakim olurdu. "Ulan" dediğine pişman oldu bu sefer. 

"Eşeksin işte, yedi saat beklenir mi? Bak ben on beş dakika önce geldim, benim işi hallediyorlar içeride."

Gülüyordu. İşin kötüsü, bu gülüş, sigara içmekten sarının en koyu tonuna ulaşan dişlerinin arzıendamına sebep olmuştu.  

"Siz beni çıldırtacak mısınız?" diye haykırdı, çaresizdi. Sesli bir biçimde saymaya başladı.

"1, 2, 3, 4, 5, 6, 7..." 

"Ne sayıyorsun? Sakinleşme zımbırtısı mı?"  

"Sus be adam, sus!"

Sustu adam. Burhan Bey şaşırmıştı. Fısıldayarak saydırmaya devam ediyordu.

"Kültürsüz herifler... Sizi İstanbul'a doldurdular, işimizi halledemez olduk!"

"Istanbul" diye düzeltti sonradan kendini. 7 göbek Istanbulluydu.

"Nereden de geldik... Ama aptallık bende. Sen en son bankaya geldiğinde yıl 72'ydi. Göndersene birini. Eşşek herif!"

Birkaç dakika geçti, halen ismini söyleyen yoktu. 

"Numaran kaç senin dayı?" diye seslendi az önceki adam. 

Durdu. Önce "dayı" hitabına takıldı. 

"İstanbul... Sen bunlara layık mıydın be İstanbul!" diye söylendi kendi kendine, anlaşılan yıllar içinde Istanbul, İstanbul olmuştu. 

Sonra cümleyi analiz etmeye başladı, "numara" demişti bu sonradan İstanbullu. Sordu.

"Numara?"

"Numara almadın mı dayı sen?"

"Ne numarası?"

"Dayı sen sarhoş musun? Kalk git, numaranı al. Millete de bağırma sonra."

"E ben... Girişte ismimi söyledim, okuyacaklardı diye bekledim."

"Okudular mı?" diye sordu, sapsarı dişlerini cihanın dört bir yanına göstermek istercesine.

Başını öne eğdi Burhan Bey. Anlaşılan, İstanbul iyiden iyiye değişmişti. Onun döneminde isim söylenir, sıraya girilirdi. Okunmadan önce "İsmim niye okunmadı?" diyen "Istanbul"luluktan azledilirdi.

Az önce neredeyse kavga edeceği adam gitti numara almaya, geldiğinde bu sefer yüzünde belli belirsiz bir acıma vardı. Kağıdı uzattı, numaranın olduğu kağıdı.

"1972..." diye fısıldadı bizimki. Ekrana baktı sonra, 1913'tü henüz.

"Sağ olasın evladım." diye fısıldadı bu sefer, kendisi bile duymadı.