Oturduğu
yerden insanlığı izliyordu, sanki çoktan ölmüş, geride kalanların ne yaptığını
seyredip iç geçiriyor gibiydi. Geçmişi hatırlatan bir şarkı eşlik ediyordu
kendisine, bu şarkıyı yine hüzünlü olduğu zamanlarda dinlerdi ama o zamanları
özlüyordu. Sanki hüznü daha kıymetliydi o zamanlar, o zamanların acısını
düşündükçe mutlu oluyordu, acı çekmeyi seviyordu bir anlığına.
Farkında
olmadan süzdüğü insanlar bazen “Niye bana bakıyorsun?” der gibi cevap veriyordu
ona, hafif bir utanç kaplıyordu içini ve bir anlığına acısını kapatıyordu bu
utanç. “Utanç, acıyı perdeler.” diye bir aforizma uydurdu, belki ikinci sınıf
bir aforizma kitabının kapağını süsler umuduyla.
Karşısı
boştu, solu ve sağı gibi. En son biriyle oturduğunda henüz saçlarını yeni
kestirmişti, şimdiyse neredeyse ensesinden aşağı süzülüyordu. İnsanlar öyle
değildi, hep birlikteydiler ve bir an bile susmayı günah sayıyorlardı. O ise bu
inanç için fazlasıyla günahkardı.
İçinde
imrenmek mi vardı, kıskançlık mı emin değildi. Sevgilileriyle gelenler vardı
kafeye, biriyle hayatını paylaşmayalı birkaç yıl olmuştu. Bir anlığına onlar
için seviniyor, sonra da yaşayamadığı bu mutluluk için kendini suçluyordu.
Hayatının kontrolünü kaybetmediği günler kaçırdığı fırsatlardan biriydi bu da. Yirmi
altı yaşında teşhisi konulan hastalığından sonra hayatındaki herkesi çıkarmış,
yerlerine kimseyi almamıştı. Herkesi kendisinden peyderpey uzaklaştırmış, bir
başına kalmıştı.
Kapıdan
hayli yaşlı bir çift girdi, şaşırmıştı bu görüntüye, kafedeki en yaşlı insan o
değildi artık. El eleydiler, sanki yeni sevgili olan iki genç gibi görünüyorlardı.
Güldü, çocukken böyle bir ilişkisi olacağından emindi, “Birlikte dünyayı gezeceğim.”,
“Çocuklarımla arkadaş gibi olacağım.” gibi hayalleri vardı bir zamanlar. Sanki
bu hayalleri kurduğu günleri hiç yaşamamış gibiydi, öyle uzak geliyordu ki ona
bu düşünceler, okuduğu iç karartıcı kitapların bir karakteri olmuş çıkmıştı.
Ama sebebi vardı, kader ona bir hastalık bahşetmişti ve elinde başka bir
seçeneği yoktu.
Yaşlı çift
kahkahalarla gülüyordu, Behçet de adamın artık iyiden iyiye sararmış dişlerine
bakıp gülümsedi. Belki altmış beş yıldır ağzındaydı bu dişler, “Belli ki eşi
onu o kadar çok seviyor ki, dişlerini fırçalama gereksinimi bile duymamış adam.”
diye düşündü. Güldü düşündüğüne, bu tespiti de pekâlâ ikinci sınıf bir romana
ilk sıradan girerdi. Yazar olma hayali suya düşeli belki on beş yıl olmuştu. “Su”,
Behçet’in hayalleriyle doluydu.
Şarkı
değişti, yeni çalan şarkı içinde halen heyecan varken dinlediği şarkılardandı. Yumruğunu sıktı, mutsuzluğu vücudunu kaplamıştı çoktan. Kafedeki her görüntü hayalini
kurduğu görüntülerdi, mutsuz olan birilerini aradı ama nafile.
“Yapacak bir
şey yok. Başka seçeneğim yoktu.” dedi, sesi kısıktı, kimsenin duymasını
istemiyordu bu hali. Gözlerini kapattı, görmek ve daha da ötesinde, görülmek istemiyordu.
“Her şey
bitti.” diyordu şarkıdaki adam, sesi tahammül edilemez bir tebessüm içeriyordu.
Her şeyin bitmesinin verdiği rahatlık her zerresiyle hissediliyordu.
Yaşlı çift
halen gülüyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder