28 Haziran 2022 Salı

Karanlık

Işıklar kapandı.

Işığın yokluğu anıların varlığını doğurmuştu.

Doğrulması lazımdı, hiç olmadığı kadar hem de. Yıllardır bir köşede saklı tuttuğu her şey yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyordu.

Kalkmaya çalıştı ama bacakları onu taşıyamayacak kadar güçsüzdü. 

Elleriyle saçlarını dağıttı.

Pişmandı.

Elleriyle saç diplerini kazımaya başladı. Elinde olsa saç derisini olduğu gibi kaldırırdı.

Korkuyordu.

Hışırtılar duymaya başladı, bir perdenin sürüklenme sesi.

Olanlara ve olmayanlara anlam vermeye çalışırken, gözünün önünde uçuşan toz zerreciklerini teneffüs etti. Boğazından geçen envaiçeşit zerrecik yüzünden öksürürken halen nefes aldığını fark etmişti. Bundan mutlu muydu? Emin değildi.

Eliyle etrafı yokladı, tutunabilecek kimse yoktu. Gözlerini ovuşturmaya başladı, bir ışık görmek için her şeyini feda ederdi. 

“Kör mü oldum?” diye düşündü bir an, sonra bunun ihtimal dahilinde olmadığını anladı. Hala gözünün önünde bir şeyler uçuşuyordu, solucanı andıran saydam kıvrımlar… “İsmi ne acaba bu olayın?” diye aklından geçirdi, sonra bunun şu anda mümkün olan en önemsiz soru olduğuna karar verdi.

Sesler duymaya başladı, bu sefer insan sesiydi duyduğu.

“Hazır mıyız?” diye bağırıyordu birileri.

“Neye hazır mıyım?” diye haykırdı içinden ama sesi çıkmadı. Pişmanlıklarıyla yüzleşiyordu o sıra. Karanlık serbest çağrışım mı yapmıştı bilinmez ama bütün karanlıkları yanı başındaydı şimdi.

“Yirmi saniye.”

“Yirmi ne demek?” diye fısıldadı içinden, yine duyan olmadı. Panik içindeydi ve hiç doğmamayı diledi bir anda, sonra güzel anları aklına geldi. Yaşamla olan ilişkisi bir aşk-nefret ilişkisiydi. Yaşamayı çok seviyordu beklenenin aksine. Ama yaşayamıyordu işte, yaşamasına izin verilmiyordu.

“On beş.”

 “On”

“Beş”

“Dört”

“Ne olacaksa olsun!” dedi, bu sefer sesli bir biçimde. Korkuyordu, hem de deli gibi ama dili farklı söylüyordu. Kendi kendini kandırmaya çalışıyordu, başarısız olacağını bile bile.

“Üç”

“İki”

“Bir”

“Başlıyoruz!”

Sürgü sesi duydu tekrar.

Işıklar açıldı.

Karşısında dört yüz elli altı kişi vardı şimdi, az önceki karanlıkta seçilemeyen dört yüz elli altı kişi.

Perde açılmıştı ve her şey anlamlıydı artık.

Hareketsiz kaldı birkaç on saniye, repliğini hatırlamaya çalıştı.

“Hayatta hiçbir şey önemli değildir.” diye fısıldadı suflör.

“Hayatta hiçbir şey önemli değildir.” diye tekrar etti oyuncu. Gülümsedi. Az önce kazıdığı saç dipleri sızlıyordu.

Bütün bir salon, böylesine önemli bir sözden önce beklenen birkaç on saniyeyi “iyi oyunculuğa” bağlamıştı.

Uzaklara baktı oyuncu, anılarını bir kenara gömdü tekrar.

Alkışlar onu uyuşturuyordu, her insana olduğu kadar.

 

28.06.2022 02.00 

20 Haziran 2022 Pazartesi

Görecelilik

İnsan ilişkileri için bu kadar çaba harcamanın gerekmediği çağlardaydık o zamanlar. Halen tekerlek denen şey icat olunmamıştı ve insanoğlu ayaklarından başka hiçbir şeye güvenemiyordu henüz, tabii yolda ayağını boydan boya saran yara bereden enfeksiyon kapıp ölmezse.

Yıllar geçtikçe daha da zorlaştı insanlarla iletişim kurmak, diller bir çınarı andırırcasına büyürken konuşulanlar gittikçe azalıyordu. Telefonlar veya birbirinden iyi tasarlanmış sosyal medya siteleri değildi bunun sebebi, bizzat insan doğasıyla ilgiliydi. İnsan, insanla ancak zorunda kaldığı zamanlar iletişim kurardı, ne zaman ki bu zaruret ortadan kalktı; insanın karakteri de açığa çıktı.

Mehmet eğer ilk çağlarda yaşasa hiç susmazdı belki. Minibüste telefondan başını kaldırmayan bu adam, orta çağda bir şövalye edasıyla takılırdı bir ihtimal, belki de ölü doğar, tutulduğu veba illeti kimseye bulaşmasın diye yakılarak göğe yükselirdi. Belki Fransız ihtilalinde sokağa dökülen heyecanlı kalabalığın arasında ezilir giderdi, belki de Robespierre'in silah arkadaşlığını yapar, devrimden sonra giyotinle ödüllendirilirdi. Kim bilir?

Şikâyet ederdi hep Mehmet, hiçbir zaman anlaşıldığını hissedememişti zira. 30 yaşına bastığı gün doğum günü pastasına mumları kendi dizmiş, bakkaldan beş liraya aldığı çakmakla mumlarını dahi kendisi yakmıştı. Tabii tek kişi olması pastanın paylaştırılması konusunda bir kolaylık sağlamıştı, çatalla dalıvermişti kötü çikolataya boğulmuş merdiven altı bir pastane pastasına.

İnsanlar artık en kolay şeylerde bile anlaşamaz hale gelmişti o dönemlerde. Her insan etrafını çepeçevre saran bir duvarla korunuyordu, bu duvara saldırı mahiyetinde bir laf gelmeyegörsün, hemen mızraklar çekilir ve amansız bir savaşa tutulurdu herkes. Kazanan var mıydı veya bu savaş kazanılır mıydı, o konular halen tabuydu.

Mehmet'in en yakın arkadaşı Salim, ilk çağlarda da bir baltaya sap olamazdı. En son kirli parmaklarıyla karıştırdığı burnundan çıkardığı bir nevi organizmayı top yapıp fırlatmakla meşguldü. O da şikayetçiydi bu iletişimsizlikten, "insanoğlu çiğdir, çiğ." aforizmalarıyla sağa sola rastgele ateş açardı. Hayatta ezkaza tanıştığı Mehmet dışında anlaşabildiği bir kişi bile yoktu, tabii ona da anlaşmak denirse.

Bu çağ bir garipti. Romantize edilen geçmişin aksine bu çağ romantize edilmekten hayli uzaktı henüz, diğer her çağın da başına gelen şey bu değil miydi? Aradan yüz, yüz elli sene geçince bu çağı da romantize eden romantikler peyda olurdu tabii, şüphe yoktu buna. Geçmiş, tatlı bir esintiyle insanın yüzüne vurduğu her an, yakıcı bir niteliğe de kavuşurdu. Sanki her çağda farklı boyutlarla sergilenen kötülükler, kan, ter ve gözyaşları hiç yaşanmamış gibi telakki edilir, bir oyun parkı manzarası çizilirdi. Gerçek ve daha da ötesinde zaman denen şey göreceliydi.

Mehmet -laf aramızda kalsın ama- çok çekilmez bir adamdı. Hatta bir sır daha vereyim, zamanın göreceliliği Mehmet için pek geçerli değildi. O ilk çağda da çekilmezdi, orta çağda da, yakın ve şimdiye çok uzak çağlarda da. Mehmet, bizim Mehmet’ti işte. Hepsi bu.

İletişimsizlik diye uydurduğu şey de diğer insanların mütemadiyen giriştiği bir kaçıştan başka bir şey değildi. O “iletişmek”ten rahatsızdı, kendisinden karşı tarafa ileteceği bir şey yoktu, karşıdan ona iletilecek şeyler de rahatsızlık kaynağından başka bir şey olamazdı.

Dedim ya... Mehmet, Mehmet’ti işte. İsmi kadar çok rastlanırdı kendisine.

7 Haziran 2022 Salı

faraş

sabahı süpürüyordu çöpçüler,

bütün umutları,

öyle hoyrattılar ki,

sanki hiç hayal kurmamış gibilerdi ömürlerinde,

her şeyi topladılar,

izmaritler, plastik bardaklar ve çekirdek çöpleri.


tertemiz ettiler sokakları,

henüz hiç günah işlenmemişti bugün.

ne bir dedikoduya karışmıştı şehir,

ne de hiç gerçekleşmeyecek hayaller satılmıştı çocuklara.


ben...

ben uykudaydım bütün bunlar olurken,

söylememişti kimse bana, umutların süpürüleceğini,

ve bundan mıdır bilinmez,

ağrıyla uyandım, sanki faraşla terbiye edilmişim gibi.

 

giyindim alelacele,

şehre karıştım,

ama ne o abidevi şehir kabul etti beni,

ne de ben ait hissedebildim kendimi ona. 


meğer yalan söylemiş şair,

"bu şehir ardından gelecek" diye,

ne bir şehir var ardımda, ne de bir umut.

şimdi hepsi geri dönüşümde.


7.6.22 / 11.59-12.28

son düzenleme: 8.6.22 02.18

5 Haziran 2022 Pazar

Çay-Kahve Enteli

8 Ocak 2022 - 5 Haziran 2022

Elindeki kitabı bir kenara bıraktı, gözlüğünü de öyle. Kitap okumadığı zamanlarda bulanık görmek istiyordu dünyayı, elli üç yıldır net bir şekilde gördüğü şeyler onu tatmin etmediğinden midir bilinmez, uzun bir zamandır yalnızca kitaplarla hemhal olmaktan mutluluk duyuyordu. Çeşitli filozofların kitaplarında gördüğü -genellikle- iç karartıcı cümleler ona kendi yaşadığı travmaları bir nebze unutturuyordu, bu da filozoflarla imzaladığı karlı bir anlaşmaydı. Bir yandan da kendini filozof gibi hissettiriyordu bu acılar, “O büyük insanlar gibi acı çekiyorum ben de.” diyordu, kimse duymadan.

Etrafına baktı. Saat 19.20’ydi. Yarım saat sıra bekleyip nihayet oturduğunda bütün masalar doluydu, gelen yer olmadığını görüyor, üzgün üzgün kapıdan dönüyordu. Ancak o geldiğinden beri yeni bir müşteri gelmediği gibi, oturanlar da bir bir kalkmaya başlamıştı. “İçtiğin su kurur, gittiğin yerde ot biter.” diyen eski eşini hatırladı ve güldü. "Ot biter"i yanlış kullanırdı hep ama hiç söyleyememişti buna onu. Üç yıllık evliliğinin bitmesine sebep olan olayları aklına getirdi bir bir. O zaman için dünyanın en önemli meseleleriydi onlar, hayatta daha büyük bir öneme sahip hiçbir olay yoktu. Yıllar geçti ve şimdi geçmişe dönüp baktığında hepsi tatlı birer anıdan ibaretti ve eski önemini yitirmişti, her şey gibi. Yine de sordu kendine, şimdi yine gelse otuz yıl önce ayrıldığı eşi, yine dener miydi tekrardan, hiçbir şey olmamış gibi? “Şüphesiz!” diye cevapladı hemen, tutarsızdı belki ama hep “İnsan tutarsızdır.” derdi zaten. Normalde hiçbir olayı sineye çekemez, çektiğini düşünse de unutamazdı. Ama o gelse, her şey yaşanmamış gibi kabul edilirdi artık. “Geçmişte yaşadığım dolu dolu hisleri mi özlüyorum yoksa gerçekten de onu mu?” diye sordu kendine, “Ne fark eder?” diye cevapladı. Okuduğu romanlardan birindeymiş gibi hissediyordu kendini ve son derece hoşnuttu bundan. Ayrıca tek boyutlu değil, beş, altı boyutlu bir karakterdi o. Tabii ki kendini kötü yazılmış milyonlarca romanlardan birindeki karaktere benzetmiyordu, defalarca kez okuduğu o güzel romanlara aitti.

“Bir şeyler ister misiniz?” diye sordu oturduğu kafeden bir garson. birkaç saattir bir şey içmiyordu Sakıp.

“Bir kahve alabilir miyim? Sütlü... Sütlü olursa çok sevinirim. Bir de… Kurabiye varsa ondan da rica edebilir miyim?”

“Tabii.”

Pişman oldu, "Rica edebilir miyim?” diye bir soru olmazdı ki. “Rica edeyim.” der, “Alabilir miyim?” der, eğer çok kibarsa “Lütfen alabilir miyim?” diyebilirdi insan. Rica etmek rica edilmezdi ki, en azından Sakıp’a göre.

“Neyse…” dedi kendi kendine, bir romanda gibi hissetmeye çalıştı tekrar, az önce girdiği ruh halinden bu kadar hızlı çıkmayı beklemiyordu. Sahneyi tekrar canlandırmak istedi.

“Bir şeyler ister misiniz?” diye sordu oturduğu kafeden bir garson. Aşağı yukarı bir saattir bir şey içmiyordu Sakıp.

“Her kötü olayda bu kadar çok yıkılmayı istemezdim sanırım.”

“Pardon? Çay veya kahve… Hepsi bu”

“Yok, güzel olmadı.” deyip geri çekti bu cevabı. Bu haliyle anca kütüphanelerde bir nüshası dursun diye basılan kitaplardan olurdu.

“Nasıl yani Beyefendi?” dedirtti bu sefer de garsona. Kendisine de fiyakalı bir cevap bulmalıydı.

“Kaç yaşındasın evlat?”

“Evlat” kelimesinden pek emin olmasa da, şimdilik kalabilecek bir cümleydi bu.

“24. Neden sordunuz?”

“Güzel… Yıkılma evlat… Yıkılacaksan da güzel yıkıl, ‘ne de güzel yıkıldı be!’ desinler arkandan.”

Güldü. Bu diyalog duvarlara yazılır, belki dizilerde kullanılırdı. Hele de davudi sesli bir jön bulduk mu, cümle alem izlerdi bu sahneyi.

Ama romana uymazdı.

Okuduğu büyük romancılardan utandı birkaç saniyeliğine, sonra geçti. Kendi hayatından bir kesit yazmak pek de mantıklı bir fikir değildi belki de, objektif olamıyordu. En zekice cevapları kendisine saklıyor, karşı tarafı aptallarla dolduruyordu. İnsanın temel davranışının bu olduğunu düşündü, “Kendinden başka herkes aptaldır.” düşüncesi farklı şekillerde tezahür ediyordu.

“Güzel tespit.” dedi, bu tespiti ancak büyük romancılar yapabilirdi ona göre. Kendisiyle gurur duydu. Dostoyevski de bir yerlerde kadeh kaldırıyordu ona, emindi. Bu tespitine rağmen, hala çok zeki olduğunu düşünüyordu.

Garson sütlü kahveyi ve kurabiyeyi getirmişti. Daha masaya koyamadan “teşekkür ediyorum.” dedi Sakıp, fakat garson bırakın cevap vermeyi, bunu duymamış gibiydi. Tekrar seslendi.

“Teşekkür ediyorum.”

Garson sanki bir robot gibiydi, “Ne diyorsun be adam? Kahveni iç defol git işte.” dercesine süzdü Sakıp’ı. Bunu romanına yazamayacağını düşündü, bu düpedüz ikinci sınıf bir kabalıktı çünkü. Buna biraz aksiyon katmak gerekirdi.

“Birader, teşekkür ettik. Duymuyor musun sen?”

Yok, yok. Bunu diyebilecek kadar gözü karartmamıştı henüz. Hayatı boyunca bir kere bile kavga etmemişti, hiçbir olayda şiddete başvurmak istemezdi. Bu şiddet karşıtlığı kavga edememesinden mi geliyor yoksa kendisinde bir ilke olarak mı bulunuyordu, emin değildi. Durdu, bu da güzel bir tespitti. Romanlaştırdı.

“Kavga edemediği için şiddetten çekiniyordu, eğer biraz olsun kavga edebilse, en kavgacı o olurdu hiç şüphesiz.”

“Vay be!” dedi içinden, belki her gün başkasının dudağından çıkan “Sınanmadığın günahın masumu değilsin” cümlesini biraz değiştirip sunmuştu. Ama ne yapabilirdi ki? Hep demezler miydi, “Gök kubbenin altında söylenmemiş söz yoktur!” diye? Bu söz bile en az on kişiye atfedilirken, söylenmemiş bir söz söylemek mümkün olabilir miydi? Bu cümle özgün bile sayılırdı. Bunları düşünürken, garsona olan sinirinin geçtiğini fark etti, zaten garson çoktan başka bir sipariş için hazırlanmaya gitmişti bile.

“Roman yazmak da zor işmiş ama be!” diye söylendi kendi kendine. Kolay olsa kendisi dört tane yazardı zaten, iyi bir okuyucuydu çünkü. Konu düşündü kendine, aklına orijinal bir konu getiremedi. Biraz beklemeliydi belki de, bir dakikada roman yazacak hali yoktu. Etrafı dinlemeye başladı.

“Bak sana bir şey söyleyeyim Aslı… Sa… Adı batsın! ‘O’ insan olsaydı beni bir kez olsun ağlatmazdı. Allah onun bin türlü belasını versin!” diyordu bir kadın, gözleri yaşlıydı. Diğer masaya kulak verdi bu kez.

“Ya birader, ben ne yapacağım ki daha? Ne yapayım yani, ne yapayım? On yıldır birlikteyiz, elimden geleni yapıyorum ama artık pilim bitti.” diyordu bir adam, alnındaki ter damlaları belli oluyordu.

Güldü Sakıp. Sanki birbirileri için konuşuyorlardı farkında olmadan ama şaşırılacak bir şey değildi bu, kader özgün olamazdı ki zaten. “Gök kubbenin altında yaşanmamış olay yoktur.” dedi bu sefer ve gerçek bir gururla kaplandı içi. Güzel bir sözü çok daha güzel hale getirdiğini düşünüyordu. Etrafı incelediği ilk dakikada güzel bir şey bulmuştu.

“Romancı, etrafını dinlemelidir.” diye bir aforizma savurdu, dördüncü romanını yazmış bir romancı edasıyla.

“Ya bir de kendini akıllı sanmıyor muydu? Dangalak herif! Kafasının falan da çalıştığı yoktu Aslı, bakma sen. Ne yapsa elinde kalıyordu yahu! Hani bir şirket açmıştı ya, batırdı onu, batırdı! Neye elini atsa kurutuyordu. İçtiği suyu kuruttu, gittiği yerde otu bitirdi! Ama bir şey söyleyeyim mi? Hala özlüyorum namussuzu!”

Durdu Sakıp. Şüphelenmeli miydi yoksa bunun romanlık bir tesadüf olduğunu mu düşünmeliydi, kararsızdı. Sarsılmıştı ama nedenini bilmiyordu. Karşılaştığından mı, kaderin özgünlüğünden mi… "Ot biter." diye fısıldadı kendi kendine.

Oturuşuna çeki düzen verdi.

“Garson, bir baksana birader artık!” diye bağırdı birden, bunu kendisinden beklemiyordu. “Birader” kelimesini belki de hiç kullanmamıştı hayatında, bu üslubu hiçbir zaman tercih etmezdi.

“Efendim Abim!” diye koşa koşa geldi, az önceki garson.

Suratına baktı, az önceki mağrur tavrından eser kalmamıştı garsonun yüzünde, Sakıp ise bir hayli meymenetsiz bir suratla bezenmişti.

“Teşekkür ediyorum, duymuyor musun be!”

“Nasıl Abim, anlamadım?”

“On kere teşekkür ettik, insan bi’ ‘Rica ederim.’ demez mi yahu?”

Durdu… Utandı kendinden. Ufacık bir meseleyi bu kadar büyütmenin ne anlamı vardı? Adam günde 10 saat ayakta durup bin kişiye hizmet veriyordu, bir de onu mu düşünecekti?

“Kusura bakmayın…” dedi, mahcuptu.

“Yok Abim benim, kusura bakma. Az önceki arkadaşın ayıbı.”

“Nasıl yahu? Sen değil miydin o?”

“Yok Abi, o arkadaş çıktı az önce. Bana benzetirler ama, doğrudur.”

Anlam veremiyordu. Canı da bir hayli sıkılmıştı.

Defterindeki sayfayı kopardı.

Eşi içeriden sesleniyor, yemeğin çoktan hazır olduğunu söylüyordu.

Bu kısa öyküye bir isim vermeliydi, düşünmeye başladı. Absürt bir şeyler olmalıydı, öyle her zamanki gibi ilk aklına gelen ismi yazmamalıydı.

“’Çay-Kahve Enteli’ mi olsa acaba?” diye düşündü.

Eşi içeriden seslendi yine, yemek çoktan hazırdı.

İliştirdi kâğıda düşündüğü ismi, şimdilik “Çay-Kahve Enteli”ydi bu öykünün adı.

Saate baktı, 19.55’i gösteriyordu. Romancı her gün en az yarım saat yazmalıydı. Yazma rutini bittiğine göre, yemeğine gidebilirdi. Bu yazdığı nüshayı, bir gün bir romana dahil ederdi belki de, kim bilir?

4 Haziran 2022 Cumartesi

yollar

sabahın erken saatlerinde karıştım şehre bu sefer,

henüz yollar tükürüklerle kirlenmemişken,

"bir kez" dedim, "bir kez de ben",

ıslattım yolları, henüz bütün bir kent uykudayken.


içimde suç işlemenin verdiği o hain haz,

dilimde başkalarını kınadığımda kullandığım o beylik sözlerim.

siz de biliyorsunuz, niyetim kötü değil.

ama yine de, yaptıklarım için özür dilerim.

                               -mesele tükürük değil-