8 Ocak 2022 - 5 Haziran 2022
Elindeki kitabı bir kenara
bıraktı, gözlüğünü de öyle. Kitap okumadığı zamanlarda bulanık görmek istiyordu
dünyayı, elli üç yıldır net bir şekilde gördüğü şeyler onu tatmin etmediğinden
midir bilinmez, uzun bir zamandır yalnızca kitaplarla hemhal olmaktan mutluluk
duyuyordu. Çeşitli filozofların kitaplarında gördüğü -genellikle- iç karartıcı
cümleler ona kendi yaşadığı travmaları bir nebze unutturuyordu, bu da
filozoflarla imzaladığı karlı bir anlaşmaydı. Bir yandan da kendini filozof
gibi hissettiriyordu bu acılar, “O büyük insanlar gibi acı çekiyorum ben de.”
diyordu, kimse duymadan.
Etrafına baktı. Saat
19.20’ydi. Yarım saat sıra bekleyip nihayet oturduğunda bütün masalar doluydu,
gelen yer olmadığını görüyor, üzgün üzgün kapıdan dönüyordu. Ancak o geldiğinden
beri yeni bir müşteri gelmediği gibi, oturanlar da bir bir kalkmaya başlamıştı.
“İçtiğin su kurur, gittiğin yerde ot biter.” diyen eski eşini hatırladı ve güldü. "Ot biter"i yanlış kullanırdı hep ama hiç söyleyememişti buna onu. Üç yıllık evliliğinin bitmesine sebep olan olayları aklına getirdi bir bir. O
zaman için dünyanın en önemli meseleleriydi onlar, hayatta daha büyük bir öneme
sahip hiçbir olay yoktu. Yıllar geçti ve şimdi geçmişe dönüp baktığında hepsi
tatlı birer anıdan ibaretti ve eski önemini yitirmişti, her şey gibi. Yine de
sordu kendine, şimdi yine gelse otuz yıl önce ayrıldığı eşi, yine dener miydi
tekrardan, hiçbir şey olmamış gibi? “Şüphesiz!” diye cevapladı hemen,
tutarsızdı belki ama hep “İnsan tutarsızdır.” derdi zaten. Normalde hiçbir
olayı sineye çekemez, çektiğini düşünse de unutamazdı. Ama o gelse, her şey
yaşanmamış gibi kabul edilirdi artık. “Geçmişte yaşadığım dolu dolu hisleri mi
özlüyorum yoksa gerçekten de onu mu?” diye sordu kendine, “Ne fark eder?” diye
cevapladı. Okuduğu romanlardan birindeymiş gibi hissediyordu kendini ve son
derece hoşnuttu bundan. Ayrıca tek boyutlu değil, beş, altı boyutlu bir
karakterdi o. Tabii ki kendini kötü yazılmış milyonlarca romanlardan birindeki
karaktere benzetmiyordu, defalarca kez okuduğu o güzel romanlara aitti.
“Bir şeyler ister
misiniz?” diye sordu oturduğu kafeden bir garson. birkaç saattir bir
şey içmiyordu Sakıp.
“Bir kahve alabilir
miyim? Sütlü... Sütlü olursa çok sevinirim. Bir de… Kurabiye varsa ondan da rica edebilir
miyim?”
“Tabii.”
Pişman oldu, "Rica
edebilir miyim?” diye bir soru olmazdı ki. “Rica edeyim.” der, “Alabilir
miyim?” der, eğer çok kibarsa “Lütfen alabilir miyim?” diyebilirdi insan. Rica
etmek rica edilmezdi ki, en azından Sakıp’a göre.
“Neyse…” dedi kendi
kendine, bir romanda gibi hissetmeye çalıştı tekrar, az önce girdiği ruh
halinden bu kadar hızlı çıkmayı beklemiyordu. Sahneyi tekrar canlandırmak istedi.
“Bir şeyler ister
misiniz?” diye sordu oturduğu kafeden bir garson. Aşağı yukarı bir saattir bir
şey içmiyordu Sakıp.
“Her kötü olayda bu kadar çok
yıkılmayı istemezdim sanırım.”
“Pardon? Çay veya kahve…
Hepsi bu”
“Yok, güzel olmadı.” deyip
geri çekti bu cevabı. Bu haliyle anca kütüphanelerde bir nüshası dursun diye
basılan kitaplardan olurdu.
“Nasıl yani Beyefendi?”
dedirtti bu sefer de garsona. Kendisine de fiyakalı bir cevap bulmalıydı.
“Kaç yaşındasın evlat?”
“Evlat” kelimesinden pek
emin olmasa da, şimdilik kalabilecek bir cümleydi bu.
“24. Neden sordunuz?”
“Güzel… Yıkılma evlat…
Yıkılacaksan da güzel yıkıl, ‘ne de güzel yıkıldı be!’ desinler arkandan.”
Güldü. Bu diyalog
duvarlara yazılır, belki dizilerde kullanılırdı. Hele de davudi sesli bir jön
bulduk mu, cümle alem izlerdi bu sahneyi.
Ama romana uymazdı.
Okuduğu büyük
romancılardan utandı birkaç saniyeliğine, sonra geçti. Kendi hayatından bir
kesit yazmak pek de mantıklı bir fikir değildi belki de, objektif olamıyordu.
En zekice cevapları kendisine saklıyor, karşı tarafı aptallarla dolduruyordu.
İnsanın temel davranışının bu olduğunu düşündü, “Kendinden başka herkes
aptaldır.” düşüncesi farklı şekillerde tezahür ediyordu.
“Güzel tespit.” dedi, bu
tespiti ancak büyük romancılar yapabilirdi ona göre. Kendisiyle gurur duydu. Dostoyevski
de bir yerlerde kadeh kaldırıyordu ona, emindi. Bu tespitine rağmen, hala çok
zeki olduğunu düşünüyordu.
Garson sütlü kahveyi ve
kurabiyeyi getirmişti. Daha masaya koyamadan “teşekkür ediyorum.” dedi Sakıp,
fakat garson bırakın cevap vermeyi, bunu duymamış gibiydi. Tekrar seslendi.
“Teşekkür ediyorum.”
Garson sanki bir robot
gibiydi, “Ne diyorsun be adam? Kahveni iç defol git işte.” dercesine süzdü
Sakıp’ı. Bunu romanına yazamayacağını düşündü, bu düpedüz ikinci sınıf bir
kabalıktı çünkü. Buna biraz aksiyon katmak gerekirdi.
“Birader, teşekkür ettik.
Duymuyor musun sen?”
Yok, yok. Bunu diyebilecek
kadar gözü karartmamıştı henüz. Hayatı boyunca bir kere bile kavga etmemişti, hiçbir
olayda şiddete başvurmak istemezdi. Bu şiddet karşıtlığı kavga edememesinden mi
geliyor yoksa kendisinde bir ilke olarak mı bulunuyordu, emin değildi. Durdu,
bu da güzel bir tespitti. Romanlaştırdı.
“Kavga edemediği için şiddetten
çekiniyordu, eğer biraz olsun kavga edebilse, en kavgacı o olurdu hiç
şüphesiz.”
“Vay be!” dedi içinden,
belki her gün başkasının dudağından çıkan “Sınanmadığın günahın masumu
değilsin” cümlesini biraz değiştirip sunmuştu. Ama ne yapabilirdi ki? Hep
demezler miydi, “Gök kubbenin altında söylenmemiş söz yoktur!” diye? Bu söz
bile en az on kişiye atfedilirken, söylenmemiş bir söz söylemek mümkün olabilir
miydi? Bu cümle özgün bile sayılırdı. Bunları düşünürken, garsona olan
sinirinin geçtiğini fark etti, zaten garson çoktan başka bir sipariş için
hazırlanmaya gitmişti bile.
“Roman yazmak da zor işmiş
ama be!” diye söylendi kendi kendine. Kolay olsa kendisi dört tane yazardı
zaten, iyi bir okuyucuydu çünkü. Konu düşündü kendine, aklına orijinal bir konu
getiremedi. Biraz beklemeliydi belki de, bir dakikada roman yazacak hali yoktu.
Etrafı dinlemeye başladı.
“Bak sana bir şey
söyleyeyim Aslı… Sa… Adı batsın! ‘O’ insan olsaydı beni bir kez olsun
ağlatmazdı. Allah onun bin türlü belasını versin!” diyordu bir kadın, gözleri
yaşlıydı. Diğer masaya kulak verdi bu kez.
“Ya birader, ben ne
yapacağım ki daha? Ne yapayım yani, ne yapayım? On yıldır birlikteyiz, elimden
geleni yapıyorum ama artık pilim bitti.” diyordu bir adam, alnındaki ter
damlaları belli oluyordu.
Güldü Sakıp. Sanki
birbirileri için konuşuyorlardı farkında olmadan ama şaşırılacak bir şey
değildi bu, kader özgün olamazdı ki zaten. “Gök kubbenin altında yaşanmamış
olay yoktur.” dedi bu sefer ve gerçek bir gururla kaplandı içi. Güzel bir sözü
çok daha güzel hale getirdiğini düşünüyordu. Etrafı incelediği ilk dakikada
güzel bir şey bulmuştu.
“Romancı, etrafını
dinlemelidir.” diye bir aforizma savurdu, dördüncü romanını yazmış bir romancı
edasıyla.
“Ya bir de kendini akıllı
sanmıyor muydu? Dangalak herif! Kafasının falan da çalıştığı yoktu Aslı, bakma
sen. Ne yapsa elinde kalıyordu yahu! Hani bir şirket açmıştı ya, batırdı onu,
batırdı! Neye elini atsa kurutuyordu. İçtiği suyu kuruttu, gittiği yerde otu
bitirdi! Ama bir şey söyleyeyim mi? Hala özlüyorum namussuzu!”
Durdu Sakıp. Şüphelenmeli
miydi yoksa bunun romanlık bir tesadüf olduğunu mu düşünmeliydi, kararsızdı. Sarsılmıştı
ama nedenini bilmiyordu. Karşılaştığından mı, kaderin özgünlüğünden mi… "Ot biter." diye fısıldadı kendi kendine.
Oturuşuna çeki düzen verdi.
“Garson, bir baksana birader artık!” diye bağırdı birden, bunu kendisinden beklemiyordu. “Birader”
kelimesini belki de hiç kullanmamıştı hayatında, bu üslubu hiçbir zaman tercih
etmezdi.
“Efendim Abim!” diye koşa
koşa geldi, az önceki garson.
Suratına baktı, az önceki mağrur
tavrından eser kalmamıştı garsonun yüzünde, Sakıp ise bir hayli meymenetsiz bir
suratla bezenmişti.
“Teşekkür ediyorum, duymuyor
musun be!”
“Nasıl Abim, anlamadım?”
“On kere teşekkür ettik,
insan bi’ ‘Rica ederim.’ demez mi yahu?”
Durdu… Utandı kendinden.
Ufacık bir meseleyi bu kadar büyütmenin ne anlamı vardı? Adam günde 10 saat ayakta
durup bin kişiye hizmet veriyordu, bir de onu mu düşünecekti?
“Kusura bakmayın…” dedi,
mahcuptu.
“Yok Abim benim, kusura
bakma. Az önceki arkadaşın ayıbı.”
“Nasıl yahu? Sen değil
miydin o?”
“Yok Abi, o arkadaş çıktı
az önce. Bana benzetirler ama, doğrudur.”
Anlam veremiyordu. Canı da
bir hayli sıkılmıştı.
Defterindeki sayfayı kopardı.
Eşi içeriden sesleniyor,
yemeğin çoktan hazır olduğunu söylüyordu.
Bu kısa öyküye bir isim
vermeliydi, düşünmeye başladı. Absürt bir şeyler olmalıydı, öyle her zamanki gibi
ilk aklına gelen ismi yazmamalıydı.
“’Çay-Kahve Enteli’ mi
olsa acaba?” diye düşündü.
Eşi içeriden seslendi
yine, yemek çoktan hazırdı.
İliştirdi kâğıda düşündüğü
ismi, şimdilik “Çay-Kahve Enteli”ydi bu öykünün adı.
Saate baktı, 19.55’i
gösteriyordu. Romancı her gün en az yarım saat yazmalıydı. Yazma rutini
bittiğine göre, yemeğine gidebilirdi. Bu yazdığı nüshayı, bir gün bir romana
dahil ederdi belki de, kim bilir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder