20 Aralık 2020 Pazar

Gündedün

O uzaklara bakıp geçmişi yad etmekle meşgulken, sanki anlamıştı gözleri Fırat'ın zayıf düştüğünü ve saldırmıştı ona, çok geçmeden birer ikişer düşürmeyi başarmıştı yaşlarını. Mutlu değildi, huy edinmişti geçmiş yıllarındaki her duygusunu özlemeyi ve kutsamayı, uğruna şiirler yazacak kadar. Nostalji düşkünüydü, aşırılığa varacak kadardı hem de. Geçmişi "daha geçmiş" ve "daha da geçmiş" olarak sınıflandırmaya bile başlamıştı, 30 yaşında dinlemeye başladığı müzikler, 20 yaşındayken dinlediği müziklerden daha değersiz geliyordu artık ona, öğrenciliğinde yapmaya çalışıp yapamadığı, zar zor yediği yemekler, sanki ünlü bir restoran yemeğiydi bugün, iğrendiğini bile unutmuş gibiydi.

Salonda oturuyordu ve içerisi karanlıktı, zira pencereden bakınca gördüğü sokak lambası yetiyordu ışık ihtiyacını karşılamaya. Odaklanmıştı, eşi Semiha'nın geldiğini dahi duymamıştı fakat karşılaştıklarında ne Semiha Fırat'ın ağlamasına şaşırmıştı, ne de Fırat Semiha'yı duymadığına. Semiha eşinin böyle üzgün üzgün oturmasını garipsemiyordu uzun bir zamandır, sıklıkla olan bir şey haline gelmişti bu, Fırat da her böyle oturduğunda Semiha'nın şefkatle yanına gelip derdini paylaşmaya çalışmasına alışmıştı. 

"Fırat'ım, geçmişe mi gittik yine?" diye seslendi Fırat'a, sesindeki tını ninniyi andırıyordu Semiha'nın. Fırat yavaş yavaş sildi yaşlarını, gözlerinin görünmeyeceğini bildiği için rahattı, şişmesi, kanlanması kimin umurundaydı? Yalandan bir gülmeyle konuştu.

"Yok yahu, ilham arıyorum, bir şiir üzerinde çalışıyorum da."

Elli altı yıldır aynı çatının altındalardı ve artık ses tonundan bile doğru olup olmadığını anlayabiliyorlardı söylediklerinin, Semiha da anlamıştı yalan olduğunu ama o da devam ettirmişti bu oyunu, ikna olmuş gibi konuşarak.

"Kâğıdı görmek zor olur, ışığı yakayım mı?"

Hemen doğruldu Fırat.

"Yok, yok." 

Öğretmeninin ödevi yapmadığını fark edeceğinden korkan bir çocuk kadar heyecanlanmıştı, konuyu değiştirmeye çalıştı hızla.

"Sen ne yaptın canım, uyuyamadın mı?"

Fırat'ın bu komik telaşı fark edilmeyecek gibi değildi, Semiha'nın çok hoşuna gitmişti bu tatlı telaş.

"Yok canım, uyku tutmadı. Kahve içmiştik ya, ondan herhalde."

"Evet evet, bende de öyle oldu."

"Kahve içecek yaşa gelmişiz baksana, çocukken içirirler miydi hiç?" dedi Semiha ve gülmeye başladı, sanki bile bile çocukluktan bahsetmiş gibiydi, Fırat'a "ne düşündüğünü biliyorum." dercesine bir uyarıydı bu. Fırat da gülerek cevapladı bu soruyu.

"Sahiden, kararırsın derlerdi hep, korkuturlardı bizi." 

"Biliyor musun, evde kahve pişirildiğinde gizlice içerdim ben bazen. Yakalanmamaya çalışırken içtiğim için de hiçbir şey anlamazdım."

"Ben hiç cesaret edemezdim, sen yine cesurmuşsun."

Sonunda istediği yere getirmişti sohbeti Semiha, hiç beklemeden konuya girdi.

"Sen de yakalanmamaya çalışmaktan sohbetten bir şey anlamıyorsun ki canım. Neyin var, anlatır mısın?"

Kaçacak başka bir yeri olmadığını anlamıştı sonunda Fırat. Semiha en ketum insanın dahi derdini ona açmasını sağlayabilecek kadar maharetliydi,  sözlerini dikkatle seçer, ses tonunu ona göre ayarlar ve öyle konuşurdu.

"Geçmiş günler geldi gözümün önüne, canım. Biraz duygulandım."

"Çok oluyor bu sana son birkaç aydır, neden acaba?"

Aslında son birkaç ay değildi, Fırat her zaman geçmişe özlem duyan biriydi, sadece son yıllarda bugünü yaşatmayacak kadar yoğun hissediyordu bu hissi.

"Bilmiyorum ki. Her şey eski günleri hatırlatıyor sanki. Bazen ellili yaşlarım sanki dün gibi geliyor, bazen genç bir delikanlıyken yaptıklarım canlanıyor hafızamda. Yediğim portakalın dahi tadı değişmiş sanki, sokak lambaları bile farklı yanıyor gibi geliyor artık."

"Anladım..." dedi ve durdu. "Sen de değişiyorsun ama. Ben de değişiyorum, her şey değişiyor. Öyle değil mi?"

"Evet öyle de, ne bileyim... Zor geliyor geçmişten uzaklaşmak."

"Öyle tabii. Gençliği özlüyor insan. Bak, sana bir şey söyleyeyim mi? Ben de yirmili yaşlarımı özlüyorum bazen. Aslında özlemekten de ziyade, hayıflanıyorum geçmişte yapamadıklarıma, mesela aklıma geliyor, neden hiç paten kaymamışım, neden hiç keman çalmaya çalışmamışım ben yahu?"

"Ben paten kaymayı denemiştim bir sefer, olacak gibi değil vallahi."

"Öyledir tabii de, yani denesem şimdi içimde ukde kalmazdı."

"Paten işi bu saatten sonra biraz zor olur ama bir keman alalım sana, olmaz mı?"

"Artık öğrenemem ki, zor olur, çocukken falan başlamak lazımdı." dedi. Gözleri açıldı, ufak bir aydınlanma yaşamıştı. Heyecanla konuşmaya başladı.

"Aslında... Sanırım insan sadece istiyor Fırat, yani keman çalmayı öğrenecek olan şimdi de öğrenir ama böyle sadece isteyip hiçbir şey yapmadan bekleyince sorumluluğu geçmişe atıyorsun, işin içinden rahatça çıkıveriyorsun böylece. Geçmişteki biz, sorumluluklarımızı döktüğümüz bir çöplük gibi."

"Haklısın."

"Geçmişi özlerken de böyle değil mi? Bugünü yaşamaktan, bugünün sorumluluklarından kaçıyoruz."

Fırat içinde bulunduğu durum Semiha tarafından nitelenince düşünmeye başladı. Bugünü yaşamaktan, sorumluluklarından kaçmamak için geçmişi özlediğini düşünmüyordu aslında ama bir taraftan da bugüne odaklanamadığının farkındaydı. Her zaman bu yapıda olduğunu da biliyordu, eğer sorumluluklarından kaçsaydı, yıllardır yerinde saymış olması gerekmez miydi?

"Bilemiyorum ki. Yani benim için öyle değil gibi geliyor."

"Bir defter dolduruyoruz, ilk beş altı sayfasında güzel şeyler yazdık diye, artık deftere devam etmiyoruz, ilk beş altı sayfayı okuyup duruyoruz. Bu hem ilk sayfalara hem de yazılmamış sayfalara bir hakaret gibi değil mi sence de?"

"Garip... Bir örnek verince sana karşı bir şey söyleyemiyorum ben, vallahi iyi biliyorsun ikna etmeyi."

Gülmeye başladı Semiha.

"Bak ne güzel, geldin tekrar aramıza. Bir de unutmadan... Şiirin nasılmış, bir bakayım mı?"

"Daha yazmadım ki, ilham bulamadım."

Bir şiir üzerine çalıştığını söylediğini hatırlıyordu Semiha ama belli ki yazdığının okunmasından utanıyordu Fırat. Üstüne gitmek istemedi.

"Uyku da tutmuyor. Çay demleyeceğim, içer misin sen de?" 

"İçerim." dedi ve Semiha arkasını dönüp yürümeye başlayınca seslendi.

"Semiha… Teşekkür ederim. İyi ki varsın."

Utanır gibiydi sesi, aynı zamanda minnet doluydu. Birinin onu anladığını bilmek, onunla aynı paydada buluşabileceğini bilmek her zaman ferahlatıyordu içini. Semiha gülümsedi, "Sen de öyle." deyip devam etti. İçi huzurla dolmuştu.

Önüne döndü Fırat, elindeki şiir kağıdını aldı ve okumaya başladı.


"boydan boya dolaşırdım bütün sokaklarını İstanbul'un,

daha iki elin parmağını geçmezken yaşım.

şimdi kaç el gerekir bilemez oldum, gördüğüm yılları saymaya. 

ama artık eskisi gibi değil hiçbir şey, hiçbir yer... biliyorum.

köşeden sola dönünce görülmüyor artık simitçi abi,

halbuki ne zaman baksak hep oradaydı o,

merak konusuydu bizim aramızda, sorardık birbirimize,

"bu adam burada mı yatıp kalkıyor acaba?"


peki ya bakkal halim efendi?

"veresiye verilmez." yazardı duvarında, koca koca harflerle,

vermezdi de, gerek kalmazdı ki.

bedavaya verir, "yiyin çocuklar, bakın kendinize!" diye de bağırırdı arkamızdan.

o da çoktan kapatmış dükkanını, çok olmuş göçeli öte dünyaya.


dün, artık çok uzak bugünüme.

fark etmek zor değil, az düşünse buluyor sebebini insan,

alıp götürmüş seneler bütün neşemi.


biz küçükken, hızlıca koparıp atarken takvim yapraklarını,

meğer o koparıp atıyormuş bizi anılarımızdan,

yavaş yavaş, fark ettirmeden.

ustalıkla atıyormuş bizi bir kenara,

o boydan boya dolaştığımız sokaklardan,

birlikte dolaştıklarımızdan ayırıyormuş bizi."


"Böyle de yazılmaz ki be kardeşim!" diye söylendi ve gülmeye başladı. Beğenmemişti ama atmaya da kıyamıyordu. İmzasını ve tarihi atıp kâğıdı katladı, sonra yavaşça doğruldu yerinden. Sokak lambasına baktı bir defa daha, ona da teşekkür edercesine kafasını salladı. Teşekkür ettiği sokak lambası dahi bir anısını hatırlatmıştı ona ve mırıldanmaya başladı.

"Ben küçükken..." dedi ve durdu. "Bu sefer olmayacak." dedi kendi kendine ve devam etti mırıldanmaya.

"Büyümüşüz işte." 


Son düzenleme: 21.12.20 17.11

11 Kasım 2020 Çarşamba

Düşünce

"Dersler hiç önemli değil çocuklar, hiç önemli değil." dedi sakin bir ses tonuyla, cümleye böyle bir giriş yapması bütün çocukların dikkatini üstünde toplamasına yetmişti. Aslında söyleyeceği şey bu değildi ama öyle bir gürültü vardı ki sınıfta, başka bir şey gelmemişti aklına kendini dinletebilmek için. Şimdi asıl aktarmak istediği şeye gelebilirdi. Omuzlarını geriye aldı, sanki sınıfa değil, milyonlara seslenirmiş gibi uzaklara doğru bakıp konuşmaya devam etti:

"Eğer neyi nerede bulacağınızı biliyorsanız, gerisi önemli değildir arkadaşlar. Her şeyi ezberleyemezsiniz, hayat o kadar uzun ve o kadar karmaşık değil."

Canı çok sıkılıyordu son günlerde, şimdi de o sıkkınlığı her zerresiyle hissediyordu, biri ona karşı çıksın da zaman geçsin diye kendini açıyordu fakat sınıftakiler günün son dersinin de vermiş olduğu yorgunlukla birlikte "ne oldu birden bu adama?" deyip suratına bakıyordu Hocanın. Sessizlikle geçen on beş- yirmi saniyenin ardından, aralarından bir tanesi söz istemeden konuşmaya başladı. Hocanın hoşuna gitmişti bu, "birkaç saniye konuşmak için on dakika söz istemeyin arkadaşlar, izin almanıza hiç gerek yok." deyip dururdu zaten.

"Hocam o zaman yazılılarda da ezberlemeyelim hiçbir şeyi, verin bize yirmi otuz kitap, aralarından bulalım bir şeyler, yazalım. Olmaz mı?"

Çocuk cümlesini bitirir bitirmez gülmeye başladı, sonrasında da tüm sınıfta kahkaha tufanı kopmuştu. Zaten yaz mevsiminin gelmesi çocuklar için neşe kaynağıydı, ne olsa gülmeye hazırlardı, ufak bir kıvılcım hepsini güldürmeye yeterdi. Hoca böyle şeylere hiç bozulmazdı, hatta bu konuda onu "dalgaya alırlar seni, bu kadar müsamaha gösterme." diye eleştirenlere cevabı klasikti, "Çocuk gülmeyip de ne yapacakmış?"

Hoca bu tufanı da ondan beklenir bir şekilde gülerek karşıladı, sonrasında konuşmaya başladı:

"Evet, haklısın. Tam da bunu söylüyorum ben de. Arkadaşlar, her bilgiyi ezberleyemezsiniz ki, haksız mıyım? Önemli olan düşünmeyi öğrenmektir. Bir tane Google var zaten."

"Düşünmeyi öğrenmek."

"Düşünme" eylemini öğrenmek için neler yapılmalıydı, insan nasıl düşünürse "düşünmeyi öğrenmiş" olurdu? İşte bu soruların cevabından, hatta varlığından dahi haberdar değildi. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar ele alsa da bu kavramın bizzat kendisinin üzerine "düşünmek" aklına bile gelmemişti.

Zilin çalmasıyla birlikte çocuklar kendi aralarında muhabbet ederek evlerine gittiler. Hoca da yavaş adımlarla evin yolunu tuttu, eve vardığında önce dün fazla fazla yaptığı fasulye ve çorbayı ısıttı. İştahı yoktu, tabağı çatalla dürte dürte uzun sürede yemeğini bitirdi ve sonrasında düşünmeye başladı, yapacak hiçbir şey bulamıyordu. Önce bir film açarak kafasını dağıtmayı denedi ama film öyle yavaş ilerliyordu ki, insanlar filme odaklanmaktan ziyade daha çok düşünsünler kendilerini diye yapılmıştı sanki.

Çözülmeyi bekleyen onlarca sorunu vardı. Koltukta uzanırken aklına ilk düşen şeyin okuduğu kitapların düşündürdükleri olmasını istese de, aklına ilk gelen buydu, kendine mani olamıyordu. Henüz çok gençti aslında, öğretmen olalı birkaç yıl olmamıştı bile, ama ailesi için "artık evlen oğlum, yaşın geldi." mertebesine çoktan ulaşmıştı. Sadece ailesi de değil, bütün bir dünya onun evlenmesini arzuluyordu, aralarında anlaşmışlar gibi, ilk defa gördüğü "tanıdıkları"ndan otobüsteki yol arkadaşına kadar herkesin derdi buydu. 

Bir yandan evliliği, bir yandan mesleğe başlar başlamaz girdiği borçları nasıl ödeyeceğini düşünüyordu. Öğrencileri bütün bu sıkıntılarının içinde bir vaha olmuştu her zaman, bir çocuğu yetiştirmek, ona bir şeyler öğretmek büyülü bir şeydi onun için. Ancak son günlerde bu bile eski heyecanı vermiyor gibiydi. Sanki bir şırıngayla çekmişlerdi içinden ruhunu, boş bir bedenden ibaretti. Bir çare arıyordu rahatlayabilmek için, ama yoktu, sanki hiç var olmamıştı bunun merhemi.

Sabah söyledikleri aklına geldi, "neyi nerede bulacağınızı biliyorsanız..." dediğini hatırladı. Güldü haline.

Bilemiyordu.

18 Ekim 2020 Pazar

Seksen Sekiz

"Bir zamanlar hafızamdan yok olup gitmesini istediğim şeyleri ne kadar da çok özlüyorum bugünlerde. Unutmak istediğim bütün anılar ne kadar da uzak şimdi... O karlı günde, sevdiğimin önünde yeri boylayıp rezil olmayı, güç bela apartmandaki tek televizyonu alan Mehmet Abilerin benimle 'televizyonun içinde gerçek insan var Hüseyin, vallahi gece çıkar pataklar seni!' diye kandırıp kahkahalarla dalga geçmesini özlüyorum. Saatler boyu dışarda sürtüp eve yürürken 'bakalım azar yiyecek miyiz?' diye her seferinde kendimize sorup, her seferinde azar yemeyi, elimi yıkayıp hazır sofrada ayaklarımı yer sofrasının altından uzatıp anamın iki üç malzemeyle, tabiri caizse taşın suyunu sıkarak yaptığı o güzel yemeklerini yemeyi özlüyorum...

'Ses yapıyorlar, bunlar yüzünden gece geç yatıyor, işe geç kalıyorum!' diye susmaları için dualar ettiğim komşularımın hemen yanı başımda bağıra çağıra konuşmalarını istiyorum şimdi, her gün önceki günden kalan yemeklerden bulamaç edilmiş çorbayı çıkaran işyerindeki yemekhanenin, temiz bardak diye suya tutulup masaya konan bardaklarından kana kana su içmeyi... 

Bir başımayım şimdi, geçmiş yıllar artık her şeyden uzak bana. Bütün arkadaşlarım ya ölmüş ya bunamış... Ya ben? 'Güp diye giderim' diye diye yaşımı seksen sekiz etmişim. İnsan benim yaşıma gelince, hiç yaşamamış gibi hisseder mi? Yoksa ben de mi bunuyorum? Ben kendimi hiç de seksen sekizlik göremiyorum da! 

Yıllarımı geri almayı istiyorum, hoyratça harcadığım o deli günleri, bir zamanlar taşkın bir suyu andıran hayatımı. Hani derler ya, akan suda pislik olmaz diye, doğru mudur bilmem de, benim hayatımın durağanlığı zehirliyor belki de beni. Gerçi durağan olmasın da ne olsun, seksen sekiz sene diyorum yahu! Arkadaşlarımı özlüyorum, teker teker kaybettiğim bütün yakınlarımı... Hepsi gitmiş bir yerlere, bir ben kalmışım sanki. Ama bir yandan da, sanki hiç yaşamamışçasına istiyorum yaşamayı. Bir bağımlılık nefes almak, eminim! Tek başıma olsam bile bu koca kainatta, utanmasam, bir seksen sekiz yıl daha yaşarım vallahi!"

Son düzenleme: 02.11.20 18.03

8 Ekim 2020 Perşembe

Kontrol

Klinikteydim, diş tedavim yakın bir zamanda sona ermişti ve kontrol için hekime görünmeye gelmiştim. Randevuma henüz yarım saat vardı, bu nedenle bekleme odasına alındım. Odaya girer girmez ilk gördüğüm şey, açık bırakılmış bir camdı. Dışarısı soğuktu ve bir hayli üşüyordum, ilk iş olarak camı kapattım. Yorgun bir ses duydum ardından.

"Kapatma, açık kalsın." 

Duydum fakat umursamadım, sesin sahibine kaçamak bir bakış attığımda o sıra pür dikkat televizyon izlediğini gördüğüm için, unutur gider nasılsa diye düşündüm ve koltuğa oturdum. Konuşmaya başladı. 

"Neden kapattın?" 

Hışırtılı bir sesi vardı, hatta ürkütücü de denebilirdi.

"Hava soğuk, üşüyorum biraz." diye cevap verdim. Tekinsiz birine benziyordu, bu nedenle olabildiğince kısa ve kesin bir cümle kurmaya çalıştım, muhatap olmak istemiyordum. 

"Burası çok havasız. Boğuluyor gibiyim, açık kalması gerekiyor." 

"Boğuluyor gibiyim." deyince, gerçekten de açmak zorunda hissettim kendimi, koltuğa oturuş biçimi ve sesi gözlerine eşlik ediyor, gözleri dile geliyor, "kalk da aç şu camı artık." diyordu sanki, üzerimde bir hakimiyet kurmuş gibiydi. 

"Peki, açalım."

"Teşekkür ederim." dedi, sesi beklenmeyecek bir minnetle doluydu. 

Yarım ağızla "rica ederim." diyebildim. Zar zor devam etti konuşmaya: 

"Kusura bakma, bu aralar pek iyi değilim." 

"Bana ne bundan?" diyemedim, muhabbet etmeyi seven bir ruh halinde değildim bugün, hele ki bu adamla muhabbet etmeyi hiç istemiyordum ama nezaketen de olsa sormak zorundaydım.

"Neyiniz var?" 

"Bilmiyorum aslında. Belki de bu rahatsız ediyor beni, nedenini bilmediğim bir şeyin pençesinde gibiyim. Uzun zamandır benimle olan problemlerim artık rahatsız ediyor."  

"Umarım bu dönemi kısa sürede atlatabilirsiniz, sizi tanımadığım için başka bir şey söyleyemiyorum. Kusura bakmayın." 

Konuyu konuşmak istemediğimi daha iyi belli edemezdim herhalde, hafif bir rahatlık doğdu içime, zira adamın devam etmeyeceğini düşünüyordum ancak bu düşüncenin ömrü ne yazık ki bir saniyeden bile kısaydı. 

"Yok, tanımana gerek yok zaten. Beni tanımadığın için bir şeyler söylemeni istiyorum. Tanıyanlar belki iyiliğimi istedikleri için, belki uğraşmak istemedikleri için güzel şeyler söylüyorlar. Sen... Sen ne hissediyorsan onu söyle." 

Derin bir nefes aldım ve cevap verdim.

"Anlıyorum ancak bir şey de hissetmiyorum, çünkü size dair hiçbir şey bilmiyorum." 

"Bilseydim erken gelir miydim buraya?" diye söylendim içimden.  

"Ben de anlıyorum ama kendime hâkim olamıyorum." dedi. 

"Ne konuda hâkim olamıyorsunuz?" diyerek sürdürdüm bu sıkıcı konuşmayı.

"Nasıl söylesem... Susturamıyorum kendimi Beyefendi. Her şey öyle batıyor ki gözüme, her şey öylesine boş geliyor ki... Sanırım anlatamıyorum." 

Gerçekten de anlatamıyordu. Gitmek için çok şeyi feda edebilirdim ancak sohbeti bir yerden devam ettirmem gerekiyordu, kalkıp gitmemin büyük bir saygısızlık olacağını düşünüyordum. Bir yandan da gitmeyi düşündüğüm için utandım kendimden, gerçekten de konuşmaya ihtiyacı var gibi görünüyordu. Cümlesinden soru çıkartıp zaman kazanmak istedim. 

"Her şey boş geliyorsa, neden buna rağmen batıyor?"  

"Kendime hâkim olamıyorum diyorum ya. İki düşünce de farklı zamanlarda baskın geliyor işte." 

Bu cevap az önceki utancımın yersiz olduğun düşündürdü, zira bütün hücrelerim sıkıldığımın haberini veriyordu. 

"Biraz akışına bıraksan..." diyemeden sözüm kesildi. 

"Evet, sonunda söyledin o sihirli cümleyi. Bırakamıyorum ki. Aksine, o akışı dahi ben kontrol edeyim istiyorum." 

Sinirleniyordum, hem üsteliyor hem de konuşmama bile izin vermiyordu. "Sabır..." dedim kendi kendime, her şeye rağmen sakinliğimi korumaya çalıştım. 

"Bu mümkün değil Beyefendi, her şeyi kontrol etmek mümkün değil." 

"Neden mümkün olmasın?" 

Şaşırdım, "gerçekten mümkün olabildiğini mü düşünüyordu bu adam?" dedim kendi kendime. 

"Ben size sorayım, nasıl mümkün olabilir?" 

"O camı neden tekrar açtın?" 

"Boğulduğunuzu söylediniz." 

"Beni boğan havasızlık değildi. O camı ben açtım az önce, sen benim açtığım bir camı kapattın. Bana aykırı bir şey yaptın." 

Sanki bilgeymiş de bana ders vermeye gelmiş gibi konuşuyordu. "Deli misin birader sen?" demek geldi içimden. Bunu demek yerine gülümsedim. Konuşmanın nereye gittiğini anlayamıyordum artık. 

"Gülümseyin Beyefendi, hak veriyorum size." 

"Bakın Beyefendi, ne dediğinizi anlamak mümkün değil, bir şey de söyleyemiyorum. Dediğim gibi, belki de sizi tanımadığım içindir, etrafınıza kulak verin biraz, onlar benden daha iyi bir tespit yapabilirler." 

"Onlar da beni anlayamıyor. Sen de anlayamıyorsun. Anlamak istemiyorsun belki de... Aptal gibiyim değil mi senin için? Halbuki sen de beni kontrol etmek istiyorsun, farksızsın benden. Doğruyu söyle, elinde olsa susturmaz mısın beni?" 

Şimdi de atağa geçmişti. Tartışmak istemesem de sınırlarımı zorluyordu. 

"Neden susturayım sizi?" 

"Kontrol edemediğin için... Diş geçiremiyorsun bana." deyince, beynimdeki tellerin birbirine değdiğini hissettim, zaten aksi mümkün değildi, haddinden fazla bir ukalalık taşıyordu her kelimesi. Konuşmanın başından beri ilk defa kelimelerimi tartmadan, içimden ne gelirse konuşmaya başladım.

"Kontrolüne de dişine de başlayacağım şimdi! Bela mı arıyorsun ulan başına? Sen demedin mi az önce kendime hâkim olamıyorum diye, daha neyin kontrolünden bahsediyorsun?"

Sözümü bitirir bitirmez sesimi yükselttiğim ve sert bir çıkış yaptığım için pişman olmuştum ama dayanamamıştım ki. 

"Bak sinirlendin, kontrol edemiyorsun çünkü. Sen de farksızsın benden."  

Bunu söylerken gülümsüyordu, pişmanlığım yerini sinire bıraktı yeniden, artık kendime hâkim olamamaktan korkuyordum. Durdum, gözlerimi bir anlığına kapattım ve her ne kadar zorlansam da düşünmeye çalıştım:

Onu susturmak için bir şey yaparsam, haklı olmaz mıydı? En iyisi, konuyu kapatmak, sakinmiş gibi davranmaktı, kalbimin hızla atışını duyabilecek kadar sinirliyken. 

"Haklısın kardeşim benim." dedim ve yüzüne baktım, hiçbir değişim yoktu suratında.

"Sinirlen sinirlen, rol yapma." 

Onu geçiştirmek için söylediğimi fark etmişti belli ki, konunun uzamaması için ikna edici bir tonda konuşmaya çalıştım. 

"Yok be, ne rolü? Hak veriyorum sana." 

Bu sefer şaşırtmayı başarmıştım, ufak bir rahatlama hissettim.

"Gerçekten mi?" dedi heyecanla. Heyecanını yatıştıracak kadar sakin bir şekilde konuşmaya devam ettim.

"Tabii, ne sandın?"

Duruşum şaşılacak bir sakinlik içeriyordu aslında ama içten içe sinirden patlıyordum ve işin kötüsü, başından beri muhabbet etmemek için kırk takla attığım adamın haklı olduğunu düşünmeye başladığımı fark etmiştim. O en başından itibaren beni kontrol etmeye çalışıyordu -her ne kadar bunu çok geç anlasam da-, bense o benim üzerime gelince başlamıştım bu iğrenç eyleme. Başladığımız zamanlar farklı olsa da sonuç aynı değil miydi? Üzerine düşündükçe "kontrol" kelimesinden tiksinmeye başlamıştım.

Düşüncelere dalmıştım, fakat çok geçmeden bir ses uyandırdı beni, bütün düşüncelerimi alıp götürecek bir sesti bu: 

"Camı kapatır mısın?"


Son düzenleme: 6.12.20 16.46

21 Eylül 2020 Pazartesi

Çiçek

Takım elbiseleriyle burada ne işi olduğunu merak ediyordu. Şirketi göndermese, 40 yıl da geçse aradan, buranın yakınına dahi uğramazdı. Kendi kendine söyleniyordu:

"Yok arkadaş, olacak iş değil! Aldığımız paraya bak, yaptığımız işe bak!"

Söylenirken sesini ayarlayamamış, arkadaşının da duymasına sebep olmuştu, çok geçmeden muhabbete katıldı yanındaki:

"Ne yapacaktın oğlum, adam seni Fizan'a gönderse gideceksin, iyi ki Sibirya'ya yollamadı diyip şükredeceksin."

"Yahu ne Sibirya'sı ne Fizan'ı? Çamur oldu her yerim çamur!"

"İyi, şikayet etmeye devam et. Oğlum, çamur deyip geçme, sulu toprak işte, ne güzel. Şu çiçeğe bak, sen hayatında kaç kere köye gittin, kaç kere böyle çiçek gördün?"

"Gitmedim, gitmeyi de düşünmüyorum. Bana ne çiçeğin kokusundan! Ayrıca bugünden sonra da yeminliyim birader, bir daha köye gidersem iki olsun!"

"Köyler yastadır şimdi, teselli etmek gerek bütün muhtarları. Ne olur bir daha geliversin köye diyecekler şimdi..."

"Asım, beni sinirlendirme. Ne bu sendeki köy sevdası, nereden çıktı?"

"Köy sevdam falan yoktu oğlum. Ne yapayım, sızlanayım mı sen gibi?"

"Vallahi şu durum sıkıcıysa bir sebebi de sensin. Canımdan bezdirdin iki dakikada. Tamam, susuyorum."

Mehmet'in sesinde derin bir hayal kırıklığı vardı. Arkadaşından hissini paylaşmasını, onun gibi içinde bulunduğu duruma küfürler savurmasını istiyordu, onun kötü hissettiği yerde başkasının iyi hissetmesi, onu daha da mutsuz ediyordu zira. 

Yanına baktı, yanında Asım yoktu. Geriye doğru bir bakış attı, görmesiyle tepesinin atması bir oldu. Asım eğilmiş, yerdeki çiçeği kokluyordu. Mehmet, sinirle sormak üzereyken durdu, onu anlamaya çalıştı. Göstermemeye çalışarak eğildi, pantolonunun yere değmesini istemediği için çiçeği köküne yakın bir yerden koparıp kokladı. Bir Asım'ın yüzüne baktı, bir de elindeki çiçeğe. Asım, mutlulukla çiçeği koklarken Mehmet anlam dahi veremiyordu. Bir çiçeği koklarken bile bu kadar mutlu olabilmesini kıskandı. Onun sinirini bozan şey, kendi mutsuzluğu değil, başkasının ona rağmen mutlu olabilmesiydi.

21 Ağustos 2020 Cuma

Pişman

Ruhumu günden güne zımparayla kazıyan pişmanlık denilen duyguyu bütün benliğimde taşımaya devam ediyordum. Saatlerce taşınan bir yük artık sıradan gelir belki, ama bu benim için geçerli değildi. Yükümün tabiatı her geçen gün değişiyordu, bazen ağır bir yük geliyor, bazen hafifliyordu. Bu histen nasıl kurtulabilirdim? Pişmanlığın tek çaresi, onu kanıksamak değil miydi, yoksa en azılı katiller, yaman hırsızlar nasıl devam ederlerdi hayatlarına, hiçbir şey olmamış gibi? 

Nelerden pişman olduğumu hatırlayamıyordum. O kadar çok hata yapmıştım ki, artık her şey birbirine girmişti. Bir de artık yaşlanıyordum, gençliğime dair en keskin anılar dahi kör bir bıçak haline geliyordu artık. Aslına bakılırsa, bazen buna seviniyordum. Kanıksamaktan bile iyi bir çözüm değil miydi unutmak? Şüphesiz öyleydi. Ancak bazen nelerden pişmanlık duyduğumu hatırlamaya çalışırken, daha önce pişman olmadığım şeyleri de hatırlıyor, durumu katlanılmaz hale getiriyordum. Bazen olmayan şeyler, olan şeylerden daha gerçek gibi karşımda duruyor, günlerce etkisinden kurtulamıyordum.

Yürüyordum, her sokağı birbirine benzeyen şehirde. Öyle bir benzerlikti ki bu, kaybolan, kaybolduğunun farkına varmazdı. Köşeyi dönünce tabelası eskimiş, yazısı silinmiş bir kafeye attım kendimi. İçerisi, tabelası kadar silik değildi. Her ne kadar tabeladan da eski -benim gibi- birkaç kişi otursa da, çoğunluk gençti, benden 30-40 yaş küçüktü bu gençler. Yerlerinde olmak için her şeyimi verebileceğimi hissediyordum. Bu hissi daha fazla yaşamamak için yaşlılardan birinin yan masasına oturdum. Masanın üzerinde bir gazete vardı, gıcır gıcırdı, kimse okumamıştı belli ki. Garson çok geçmeden elinde bir kağıtla çıkageldi. Kısa kollu, kareli bir gömlek giymişti.

"Buyrun efendim." dedi ve menüyü uzattı.

"Bu kadar kolay efendi olunan bir başka yer var mıydı acaba dünya üzerinde?" diye düşündüm önce, sonra bunu düşünmenin saçma olacağına kanaat getirdim.

"Sütlü kahve getir evladım." deyince, buradan daha kolay evlat sahibi olunacak başka bir yerin olamayacağı düştü aklıma, güldüm düşündüğüme. Garson çocuk geldiğinden daha da hızla geri döndü. Merakla yapıyordu işini, yeni başlamıştı sanki, utangaçlığı halen üzerindeydi. Patronlarına kendini kanıtlamak arzusunda olduğunu hissettim. Bana benziyordu. Küçük yaşlardan itibaren yapmadığım iş yoktu, ben de her işte patronuma kendimi kanıtlamak zorunda hissederdim kendimi. Bir kere "aferin" kelimesini duyduğumda, günlerdir susuz olan bir adamın suya kavuşması hissini deneyimlerdim. Gülümsedim.

Önümdeki gazeteye baktım, manşeti hiç tanımadığım bir ismin, hiç tanımadığım bir başka isimle olan kaçamağıyla süslenmişti. Gözüm yazıları süzerken, kamufle olduğumdan yandaki masayı dinliyordum. 

"Bizim oğlan evlenmez bu gidişle, kaçırdı güzelim kızı." dedi otorite olduğu her halinden belli olan, 60'lı yaşlarını yaşayan kadın. Saçlarında bir tek tel dahi beyaz değildi, eğer boya değilse, gıpta edilesi bir şeydi bu. Halbuki benim saçıma ilk beyaz nereden baksan 40 yıl önce düşmüştü. Ailede görülen bir şey de değildi, o zamanlar saçlarımın beyazlamak için acele etmesini, strese bağlamıştım.

"Evlenmesin, ne yapayım? Kaç yaşına geldi, bekçi miyim ben bunun başına?" 

"Ne bekçisi yahu, ne diyeceksin el âleme? Nişan atalı 5 yıl oldu, o günden beri biriyle görüşmedi."

"Ben demedim mi ona "o kızla nişanlanma oğlum" diye? Adam olsaydı da sözümü dinleseydi! Ne oldu sonra, tıpış tıpış gelmedi mi geri? Hayvan herif." 

Yan masayı dinlemenin bu kadar yorucu olduğunu bilmiyordum. Bu adamın tansiyonu hiç düşmez miydi acaba? Yetmezmiş gibi her cümlesinden sonra öksürüyor, boğazını itinayla kazıdıktan sonra çayından höpürdeterek bir yudum alıyordu. Çayını bitirmemeye yeminli gibiydi, her seferinde ancak bir iki damla içiyordu. 

"Ya hayır bir de..." diye tekrar söze girince, daha fazla dayanamayıp tuvalete gittim. Ağzından irin damlıyordu zira. Hedefim, yüzümü yıkadıktan sonra hesabı ödeyip gitmekti bu boğucu kafeden, kahvemi dahi içmeden. Sonra, -boşa para vermemek için midir bilinmez- burada biraz daha oturmak istedim. Su, yüzümün her zerresini ıslatınca, merak içinde aynaya baktım.  Yılların mühürleri yerli yerindeydi. Her şeyi temizleyen su, ne kar yağmış kirpiklerimi ne de kırışıklıkları giderebilmişti. Ağır aksak yürüyerek -yıllardır böyleydim, topuğumdaki ağrı aksine imkan vermiyordu- masama geçtim, garsonu kahveyi bırakırken gördüm. Teşekkürlerimi iletmek için ona yetişmek istedim, biraz olsun hızlı yürümeye çalışsam da başaramadım. 

Kahve iştah açıcı duruyordu, yanına ufak bir bisküvi iliştirilmişti. Kahvenin üstüne bir motif bırakılmıştı, sütün köpüğü müydü acaba bu? Pek de önemli olmadığının farkına çok geçmeden vardım. Dumanları halen üstündeydi, utanarak da olsa höpürdeterek içmek zorundaydım. Dilim yanmaya görsün, iki üç gün hiçbir yemeğin tadı çıkmazdı. İlk yudumla birlikte, yan masadaki adam öksürmeye başladı, höpürdetmeme tepki mi göstermişti bu kaba adam? Bilerek yapmadığım da açıktı oysa. Bu utançla birkaç saniye hemhal oldum.Sonra, adamın birkaç saniye aralıklarla öksürmeye devam etmesi, bir tepki olmadığını kanıtlar nitelikteydi. Rahatladım, şimdi yan masayı dinlemeye devam etmem için her şey müsaitti.

"Özlemiyor musun?"

"Kimi?"

"Kimi olacak yahu? Kimi konuşuyoruz biz?" 

"Neden özleyeyim? Kendi başını yaktı, yaktığıyla kaldı. Sen özlüyor musun yoksa?"

"Neyse." Kadının hayal kırıklığına uğradığı sesinden belliydi. "Neyse" derken karşı tarafa hiçbir şey anlatamayacağının farkındalığını taşıdığı açıktı. Konuyu açan da oydu aslında, belki de karşı taraftan bu kadar sert bir karşılık alacağını düşünmemişti.

Adam uzaklara bakmaya başladı, ben de bundan faydalanarak bisküvimden son parçamı aldım. O kadar lezzetliydi ki, her ne kadar hiç adetim olmasa da garsondan tekrar isteyecektim. Annemin yaptığı kurabiyeler aklıma gelmişti. Öylesine çok sevilirdi ki kurabiyeleri, "Hayriye'nin kurabiyeleri" diye isim takılmıştı. Elimi kaldırdım, çok geçmeden geldi. Çocuk ara sıra topallıyordu, nadiren de denebilirdi. İlgimi çekti, nedenini sormak istedim. Tam soruyordum ki, aklıma bu sorunun onu incitebileceği düştü, kendimden utandım, soramadım.

"Bisküvilerinizden bir tane daha alabilir miyim, mahsuru yoksa?"

"Tabii efendim, hemen getiriyorum." dedi çocuk. Yan masadaki adam duyulacak kadar bir sesle söylendi:

"Pisboğaz!"

Allah Allah, nereden çıktı şimdi bu? Göz ucuyla baktım, bana bakmıyordu. Kadına mı dedi diye baktım ancak o da bir şey yemiyordu. Hiçbir şey söyleyemedim, bana söyleyip söylemediğini anlamadım. Gerçi, söylese ne diyebilirdim ki, korkutucu bir görünümü vardı. Geldiğimden beri ağzından iyi bir kelime çıkmamıştı. Buraya oturduğuma pişman oldum, kendime acıyordum. Yüreğimdeki o derin pişmanlığı atabilmek için geldiğim bu yerin de çare olmadığını gördüm. Bununla birlikte, olmasını beklemek de hataydı zaten, zira içten gelen bir duyguyu, dıştan gelen bir şeyle bastırabilmek mümkün değildi. 

"Çocuk da pişman oldu sonra."

"Ne yapayım pişmanlığını onun? Yapar yapar pişman olur."

"Yanlış yapmadan nasıl öğrenecekti işin doğrusunu?"

"Ben hata yaparak mı öğrendim, biraz büyük sözü dinleseydi böyle olmazdı."

Söylenen şeylere cevap verme isteğim giderek artıyordu. Bu adam, nasıl bir disiplinle yetişmişti ki, hata yapmayı dahi hor görüyordu? Çocuğuna acıyordum. Nişan atacak raddeye geldilerse, onun da bazı sebepleri olamaz mıydı? Haksız olsa bile, bir şeyleri öğrenmişti belki de.

"Hey, çocuk! Bir bak buraya." diye çağırdı garsonu "hatasız adam".

"Çay getir bir tane" dedi ve eşine döndü, "sen alıyor musun?"

Göz ucuyla yan masayı süzüyordum. Adam bana bakıyordu. Bana çay ikram edecek hali yoktu herhalde. Kadından da bir ses gelmiyordu. Sonradan, "Tamam çocuk, bir tane çay getir bana." diyerek gönderdi garsonu. Adam bozuk bir plak gibi geriye sarıp tekrar açtı konuyu. İçini soğutamamıştı belli ki.

"O kızcağız ne yapıyor şimdi?"

"Hiç haberini almadım şu ana kadar."

"Almazsın tabii, yalnızca oğlanı düşün sen. O kızın ne yaşadığını falan düşünme, aman ha!"

"Üstüme gelmeye devam edecek misin böyle Hakk..." 

Sorusu, garsonun çay servisiyle sekteye uğramıştı kadının. Garson, günün yorgunluğundan olsa gerek, biraz yavaş hareket ediyordu. Çayı bırakmak için eğilirken, bardak bir anda kayıverdi çay tabağından. 

"İşte şimdi yandık!" diye geçirdim içimden. 

Adam feveran etti. Aniden kalktı, pantolonu ıpıslaktı.

"Sen ne biçim garsonsun? Yandım cayır cayır, hayvan herif! Adın ne ulan senin?"

"Kusura bakmayın efendim, elimden kaydı. Çok özür dile..."

"Bir de özür diliyor. Adını söyle, şikayet edeceğim seni, beceriksiz herif!"

Çocuk tam "Nec..." diye söze girmişken adam daha da hiddetlendi.

"Ahlaksız, utanmaz!" 

Bu kez ben de dayanamayıp, söze girdim. 

"Beyefendi, fazla oluyorsunuz! Çocuk bilerek mi yaptı? Siz hiç hata yapmaz mısınız?"

"Sen kimsin ulan? Sen kimsin de bana karışıyorsun?"

"Saatlerdir sizin yanınızdayım, ağzınızdan bir tane güzel kelime çıktığını duymadım. Çocuğun da daha fazla üstüne gitmeyin. Daha çocuk o. Utanmıyor musunuz?"

"Ulan herkes kendini filozof sanıyor! Hayriye kalk, gidiyoruz!"

Çocuk ağlamaklıydı. Bardağı yerden almak için eğildi. Saçlarının önünde bir iki tane beyazlık seçiliyordu. Bardağı toplayıp, mutfağa doğru yönelirken, daha da çok topallamaya başlamıştı. 

Durdum. Adam apar topar, kaçarcasına çıktı kafeden. Bense koltuğa attım kendimi, sanki bir bataklığa saplanmış gibiydim. Artık farkına varmıştım.

Pişmanlığım, sert bir dalga gibi çarptı suratıma. Evlenmek için gün sayarken, dayanamayıp yüzük attığım Nadime, sanki karşımdaydı. Onu bıraktıktan sonra, hayatının tepetaklak olduğunu duymuştum. Yüzüme bakanlar, aşağılık bir adamın yüzüne bakıyorlardı sanki. Bir ömür bu suçlamayla kavurdum kendimi, kızgın mı kızgın bir bedende. Kimseyle görüşecek cesaret bulamadım. İnsanların suratından korkar oldum, sanki hepsini bir yargıç gibi görüyordum.

Hatırlamıştım.

Önce gözlerim ağırlaştı, sonra bütün bedenim. Ayaklarım, tonlarca ağırlığı kaldırmaya çalışan bir vinç gibiydi. Başımda alışılmadık bir sıcaklık...

Hatırlamak, ne kötü şeydi.

24 Haziran 2020 Çarşamba

Otobiyografi

Otobiyografisini yazmak için oturdu masanın başına. Daha önce de denemeleri olmuştu ama henüz otobiyografisini yazacak kadar çok yaşamadığını düşünüp yırtmıştı kağıtları. Bugün, 56 yaşına girmenin endişesi içerisinde kendi hayatını tekrar yazmaya karar verdi. Annesi tam bu yaşta hayatını kaybetmişti, Selim de genetik faktörlere inanan biriydi, yaklaşık 10 senedir şakayla karışık da olsa "yakında göçer giderim bu dünyadan" derdi etrafındakilere, karşılığında "ağzından yel alsın!" minvalinde şeyler duyunca mutlu olurdu.
İlk cümleyi yazdı:
"1964'te doğdum."
"1964'te doğan milyon tane insan var, ne fark eder doğduğum yıl" diyip karaladı üzerini.
"1982'de üniversiteye başladım." diye başlamaya karar verdi.
"Ulan 1982'de üniversiteye başlayan bir ben miyim?" diye düşünüp onu da karaladı.
Yöntemini değiştirmesi gerekiyordu. Biraz romantik olmayı deneyecekti bu sefer.
"18 yaşında ilk defa aşık oldum. 1.5 yıl sürdü sürmedi, ayrıldım."
Biraz doğruldu, kağıda baktı. Tebessüm kapladı yüzünü. "Güzel başladık da kötü bitirdik." diye söylenip şen şakrak bir kahkaha attı.
Böyle olmayacaktı belli ki. Kendi düşüncelerini yazarak başlayacaktı. Hem belki böylece özgün de olabilirdi. Hatta otobiyografi yazmasının nedenini açıklayarak başlarsa her şey daha güzeldi.
"Ne zaman öleceğimi bilmiyorum." yazdı.
"Kim biliyor ki?" diye cevap verdi kendine.
"Kimse bilmiyor olabilir, ben de bilmediğimi söylüyorum işte." 
"Yahu tamam da neden okuyayım bunu?"
İç sesinin galip geldiğini anladı. Bu kez karalamadı, zarif bir çizgi çizdi yazdıklarının üstüne.
Özgün olması gerekiyor muydu? Milyarlarca yıldır her şey düşünülmüştü zaten. Kelimelerin sıralanışı farklı olsa da, anafikrin başka metinlere benzememesi mümkün müydü? Bir yandan da özgün bir şey yazmadığı sürece, başkalarından hiçbir farkı olmayacağını düşünüyordu.
Farklılık, garip bir kelimeydi düşününce. Herkesin aradığı bir şey olmasına karşın, çok ufak bir kesimin elde edebildiği bir şeydi bu. Gerçi, düşününce bile farklı olmuştu çoğundan, kendi düşündüğüne tebessüm etti yine.
"1964'te doğdum." diye başladı tekrardan. Bir yerden başlaması, belki de hiç başlamaması gerekiyordu. Sadece, o başlamayı seçmişti, diğerlerinden farklı olarak.

13 Haziran 2020 Cumartesi

Sıradan

Nemli bir camın ardından bakıyordu dünyaya. Büyük bir hevesle çay demlemiş, bir bardak koyup uzaklara dalmıştı. Geçmişini gözetliyordu. O uzaklara dalarken, en yakınında öylece duran çay çoktan soğumuştu bile. Elleri titriyordu, yıllar öncesinden kalmış bir hatıra olarak taşıyordu bedeninde. Geçirdiği kazadan sonra, beyninde oluşan hasar kendini ellerinde göstermişti. O güne kadar marangozdu, o günden sonra ise hiçbir şey olamamıştı. Aslında her işi yapabilecek kabiliyeti vardı, titreyen elleriyle de çoğu işin üstesinden gelirdi ancak hiç yedirememişti kendine, çocukluğundan bugüne taşıdığı mesleği bir kaçak gibi bırakıp gitmek. Küçükken ellerini kaybetmekten öylesine korkardı ki, "elinde" olsa saklardı herkesten. Ama hep denildiği gibi, hayatın planları her zaman daha orijinaldi.

Eşini terk etmişti, etrafındakiler eşi onu terk etmiş sanmasına karşın o tam tersini yapmıştı. "Ben artık yokum, sen de benimle yok olmak zorunda değilsin." demiş, eşinin inadını daha da büyük bir inatla savuşturmuştu. Birine yük olmaktı en büyük korkusu, hatta elinde olsa ebeveynlerine bağımlı olduğu birkaç yıllık bebekliğini dahi silip atardı. Hayat, ya korkularından vuruyordu onu ya da o kadar çok korkusu vardı ki, hayatın vurduğu her yumruk, bir korkusuna denk düşüyordu.

Gözyaşlarını sildi nihayet, cam kurumuştu.

29 Mayıs 2020 Cuma

Aforizma

Ayaklarını uçurumdan aşağı uzattığının hayaliyle, bir koltukta birleştiriyordu. Cebinde birkaç bozukluktan başkası yoktu. evi de aynı şekilde, sessizlikle sınanıyor gibiydi.
Geleceğe bakamıyordu, geçmiş, borçlarını isteyen bir tefeci gibi sıkıyordu yakasını. Geçmişte yaşıyordu sanki, bütün anılarını tekrar tekrar oynuyordu zihninde, başkalarından senelerce gerideydi. Geri kalmışlık hissi, her şeyden daha da zor geliyordu ona.
Pişmandı ama bu pişmanlığını düzeltmek için herhangi bir şey yapmıyordu. Çok garip geliyordu bu, kıvransa da, sadece ayaklarını uzatıp düşünüyordu.
Ufacık bir televizyonu vardı, bir film açıktı. Ekran öyle küçüktü ki, biraz uzaktan bakan biri, bir korku filmini, çizgi filmden ayırt edemezdi.
Filmde böcekler, bir bedeni yiyordu, yani en azından oturduğu yerden öyle görüyordu. Aklına okunduktan birkaç dakika sonra unutulacak bir aforizma geldi, uzun zamandır oturduğu koltuğundan bir kâğıt ve kalem almak için hışımla kalktı,
"İçinde ruhu kalmamış bir bedeni son parçasına kadar kemiren bir böcek, pişmanlık kadar vahşi değildir. Zira içinde ruhu, söyleyecek sözü bulunan bir bedeni kemirir pişmanlık."
cümlesini yazdı, deney yapan biyolog edasıyla dikkatlice baktı kâğıda. Birkaç saniyelik bakışmanın ardından bir köşeye fırlattı yazdığını.
İşte şimdi, en azından bir şey üretmenin sevincini taşıyordu. Birkaç saniyeliğine de olsa, "an"ı yakalamıştı.
Kalkmışken, bir kahve yapmak istedi, üşendi. Ayaklarını yine bir koltukla birleştirmek ona her şeyden daha cazip geliyordu.

21 Mayıs 2020 Perşembe

Koku

35 metrekarelik bir evi vardı, yeni taşınmış, temel eşyaları almış, az çok yerleşmişti. en büyük hayallerinden biriydi bu. kredi çekip, bu hayalini sonunda gerçekleştirebilmenin mutluluğu içerisinde, üç adımlık balkonundan dışarıyı seyrediyordu.
burnuna bir koku çarpıyordu, çimen kokusu muydu bu? kararsız kaldı. çimen dışında herhangi bir bitkinin kokusunu biliyor muydu sanki? "çimen, çiçek midir acaba?" diye düşündü hatta. bilemedi.
sevgilisiyle yürüdüğü sokaklar gözünün önüne geliyordu bir bir. neyi vardı ki o zamanlar? bir kahve içip, bir tane de sevgilisine ısmarlayabilecek kadardı ancak cebindeki parası. yürüyerek eve gitmek zorunda kalırdı bazen, cebindeki son parayla sinemaya gittiği için, ama o dönüş yolu, sanki dünyanın hakiminin eve dönüş yolculuğu gibi hissettirirdi ona. sanki dünya kollarının altındaydı, sıksa, tüm dünyanın canını acıtacak kadar güçlüydü. şimdi de zengin sayılmazdı tabii, ama şimdi, durumu o dönemden çok daha iyiydi.
sarıldıkları bir köşe başını düşündü, o köşebaşı artık anlamlıydı onun için.
çocukluğu dün gibiydi, köpek kovaladığında tırmandığı duvarı hatırladı. o duvar, artık anlamlıydı onun için.
kendini süzdü, eli, kolu, anlamsız gibiydi artık. az önceki mutluluğunu mumla arar oldu. mutluluğun, kalitesiz bir parfüm gibi birkaç saniye içinde kaybolmasını hiç anlayamazdı zaten.

5 Mayıs 2020 Salı

Ayakların Altındaki Yılan

Sonbaharı sevmezdi Serdar. Güneş batımının ardından insanların üstüne aniden çöken geceden farksızdı onun için bu mevsim. Ancak bu yaz sonbaharın gelmesini o kadar çok istemişti ki, takvimde üzeri çizilen her gün, zafere ilerleyen bir kumandanın heyecanını andırıyordu. Hukuk okuyordu Serdar, küçüklüğünden beri hayalini kurduğu mesleği yapmak için sabırsızlanarak. Yaşıtları avukatlığı, hâkimliğe veya savcılığa giden yolda sevimsiz fakat geçilmesi gereken bir merdiven gibi görürken o, avukatlığa kutsallık atfedecek kadar çok hayranlık duyuyordu. İşte bir zamanlar yemyeşil bir ağacın yaprağı ne kadar nefret edebilirse sonbahardan, o kadar nefret eden Serdar, bir avukatlık bürosunda yapacağı staj için o mevsimi bekler olmuştu. Stajını döneminin en büyük avukatlarından Tamer Saklıpınar’ın yanında yapmanın heyecanı da vardı. Saklıpınar öylesine büyük bir üne sahipti ki, “İpten adam alan adam” lakabı layık görülmüştü. 60 yaşına merdiven dayamıştı, tecrübelerini seçilmiş gençlerle paylaşmak için de bürosuna stajyer alırdı sürekli. Ekim ayından kasım ayının sonuna kadar ona eşlik edecek kişi Serdar’dı, fakültesinde ortalaması 3.75 olduğu için o okuldan mezun olan Saklıpınar’a kabul edilmişti.

Günler akıp geçerken Serdar, kendini kanıtlamak zorunda hissettiği için, gece gündüz hukuk kitaplarını okuyordu. Eylül’ün dördüncü günü takım elbisesini giymiş, kravatını sıkıca bağlamış, ayakkabılarını cilalamış ve büroya gitmişti. Tam bir delikanlı olmuş, aynı zamanda da bilgilerinin verdiği zırhı üstüne geçirmişti adeta. Bürodaki sekretere kendini tanıttı ve odaya kabul edildi. “Kurt avukat” Tamer onu sıcak bir gülümsemeyle karşıladı, Serdar o an karşısında gördüğü yüzdeki izlerin ve saçlarındaki akların bilgilerinden oluşturduğu zırhı paramparça ettiğini hissetmişti.

“Hoş geldin Serdar.”

“Hoş bulduk efendim, beni kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim.”

“Üniversite yaşantına bakılırsa, dirayetin takdire şayan ancak bilgiler ideal bir dünya içindir, tıpkı Platon’un “Devlet” eserinde olması gerekenden bahsetmiş, olan düzen bundan çok daha farklı ilerlemişse, kitaplar da böyledir. Bu dediklerim sadece tecrübe önemlidir gibi bir düşünceye itmesin seni, zira hayat siyah ve beyaz kadar kesin değildir çoğu zaman, hep birlikte grileri oluştururlar.”

“Anlıyorum efendim” dedi Serdar. Hocası olarak görmeye başladığı kişiye karşı kendini kanıtlayabilmek için birkaç kelime etmek istedi. Ayak parmaklarını sıktı. Özel günler dışında –ki düğünler dışında özel günü yoktu henüz, o da senede birkaç gün- spor ayakkabıdan başka bir şey giymediğinden, ruganların içinde kavrulan parmaklarına eziyet ediyordu fark etmeden. Tam sözüne başlayacakken kendi sesinden başka bir şey duydu:

“Kahvaltıya çıkacağım, eğer istersen bana eşlik edebilirsin.”

“Tabii ki hocam, memnuniyetle.” diye cevapladı. İlk dersini ilk dakikalardan almıştı: Bir şeyi söyleyeceksen, elini çabuk tutacaksın.

***

Kahvaltının ardından tekrar büroya çıktılar, büroda sekreterin karşısında oturan bir kadın vardı; tahminen 50-55 yaşlarında, güzey giyinimli ve abartılmış makyajıyla kendini belli eden, platin saçlı bir kadın.

“Tamer Bey, hanımefendi sizinle görüşmek istiyor” dedi sekreter. Tamer kadına baktı, eliyle odasını gösterdi. “Buyrun geçelim.” Dedikten sonra Serdar’a döndü, gözleriyle onun da odasına geçmesini işaret etti.

Odaya girdikten sonra kadın Tamer’in karşısına geçti, Serdar ise Tamer’in hemen yanındaydı, onun asistanı olduğunu tahmin etmek hiç zor değildi, özellikle de ufak bir kalem ve not defteri çıkarttıktan sonra.

Hoş geldin ve tanışma fasılları geçtikten sonra kadın anlatmaya başladı.

“Tamer Bey, sizin ününüzü çok duydum. Özellikle de arkadaşlarım sizden bolca bahsettiler. Kazandığınız davaların ardından da size gelmenin en doğrusu olacağına karar verdim.”

Kadın konuşurken bu sözlerin aynı makineden çıkmış gibi olmasına her zamanki gibi şaşırdı Tamer.

“Teşekkürler Handan Hanım, nasıl yardımcı olabilirim?” Dedi mütevazı bir tavırla. Kalıp bir cümleydi bu. Değişen tek şey karşıdakinin ismiydi: Handan, Ahmet, Sedef…

“2017 senesinin Ocak ayında oğlum ve bir arkadaşı kaza geçirdiler. Arabayı oğlum kullanıyordu. Kazada ne yazık ki çarpıştıkları adam hayatını kaybetti. Duruşmaları 17 gün sonra, oğlum da yaklaşık 3 gündür tutuklu; yargılanmak üzere nezarethanede”

“Kasıt kapsamına girecek bir durum var mıydı peki?”

“Oğlum 1.3, arkadaşı 1.45 promil alkollüydü. Kazanın yapıldığı yerde bir kamera yok şükür ki”

Kadının sözlerini dikkatle not alan Serdar bir anda durdu. Kadının rahatlığını aklı almıyordu. Oğlu birini öldürmüştü ve bunun kitapta yazan kapsamı bilinçli adam öldürmeye girerdi. Ama kadın öylesine sakin bir biçimde 1.3 olan promili söylemişti ki, duyan da kanında alkole değil suya rastlanmış sanırdı. Peki ya “Kamera yok şükür ki.” Demesi ne anlama geliyordu? Eğer belge varsa kameraya gerek yoktu ki. Dört senedir bütün öğrendiği cezayı hafiflettiren unsurları taradı. Herhangi bir şey bulamadı işe yarayacak.

Tamer de aldığı notların ardından konuşmaya başladı.

“Kanında alkole rastlanması büyük bir talihsizlik fakat aynı zamanda kameranın olmaması ve arabada iki kişi olması büyük şans… Polis kayıtlarını da gördükten sonra sizinle bir görüşme daha yapıp olanaklarımızı konuşalım. İçinizin şimdilik rahat olmaması için herhangi bir sebep yok.”

Serdar bir sefer daha durdu. Olanlara anlam veremiyordu. Kadının anlattıkları ilk hukuk metni olan Hammurabi’den bugüne kadar bütün hukuk sistemlerine, bütün örf kurallarına göre baştan sona kadar cezayı hak ediyordu fakat konuşma öylesine normal ilerliyordu ki, sanki hastaneye üşütme nedeniyle gelmiş evhamlı bir hasta ve tecrübeli bir doktor konuşuyor, doktor, hastanın anlattığı şikayetin önemsiz, basit bir üşütme olduğunu ona anlatmaya çalışıyor gibiydi. Konuşma devam ediyordu, Serdar bunları düşünürken. Son dediğini duymuştu Tamer’in, gerisi uzay boşluğunda bir yerlerde sonsuza kadar enerji olarak dönüp duracaktı. Fakat kadının son dediğini duyunca, ona yeterli gelmişti her şey.



“Tabii ki istediğiniz ücreti karşılayacağız, aile şirketimizin kartını ve kendi özel kartımı takdim edeyim, bugün akşama doğru diğer belgeleri de çalışanlarım getirecek. Çok teşekkür ederim, tanıştığımıza memnun oldum Tamer Bey.”

“Ben de aynı şekilde Handan Hanım.” Ardından Handan hanım gözüyle Serdar’ı da selamlayarak dışarı çıktı.

Konuşma bitmişti, kadın gitmişti. Tamer kartı incelerken Serdar da göz ucuyla karta baktı. Şirketin adını okuyabilmişti yalnızca, o da yeterliydi:

“Sevenal A.Ş”

***

Anahtarı kapı kilidine koyduğu ana kadar geçen sürede dört senelik hukuk eğitimini düşündü. Çok şey okumuştu, okuduklarının neredeyse hepsine dürüstlük ve etik kurallar ön plandaydı. Fakat sahaya indiğinde gördüğü ilk şey okuduklarıyla alakasızdı. Kapıyı açar açmaz masanın üzerinde duran kitapları bir kenara koydu, bilgisayarını açtı ve Sevenal diye arattı internette. İnternet sitelerindeki yazan isimler şirketin büyüklüğü hakkında yeterli bilgiyi veriyordu. Ticaret, sanayi, inşaat, kültür şirketin faaliyet alanlarından sadece birkaçıydı. Haber sitelerine gözü takıldı, “hayırsever iş adamı Fatih Sevenal” gibi onlarca habere konu olmuştu bu aile. 2017 senesinde hayırseverlik üzerine kurulu ünlü bir derneğin onursal başkanlığına getirilmişti ailenin en yaşlı üyesi Saffet Sevenal. Durdu, biraz düşünmeye ihtiyacı olduğunu hissetti Serdar. Beyni içinde yüzlerce fikir kırıntısı serbestçe dolaşıyordu. Otorite olarak gördüğü kişilerin beyin kıvrımları içerisindeki duvarlarının ağırlığını hissediyordu.

“Hukuk Felsefesi Üzerine” kitabını aldı raftan, rastgele birkaç sayfa çevirdi. Kelimeleri hızlıca tararken, “vicdandan daha iyi bir hukuk sistemi insanlık tarafından asla ortaya konulamaz.” Cümlesini okudu, başa döndü, bir daha okudu. Bazı şeylerin yerine oturduğunu hissediyordu.

Sabah kalktı, dünkü acemiliğinin azalmaya başladığını düşünerek ofise girdi, sekreteri sıcak bir günaydın ile selamladı ve Tamer Bey’in odasına yöneldi. Tam girecekken duvarlara baktı. Mor renkli duvarın üstündeki gözleri kapalı, bir elinde kılıç, bir elinde terazi tutan kadının, o çok bilindik “Themis Adalet Heykeli” tablosunun dün kendisi tarafından fark edilemediğine şaşırdı. “Çoğu avukatlık bürosu mor renklerle bezelidir, çünkü mor renk güvenilirliğin sembolüdür.” Diyen hocasını hatırladı; Üniversite hayatındaki sevmediği tek dersin hocasını…

Kapıyı tıkladı, bir iki saniye bekleyip içeri girdi. Tamer Bey elindeki kağıtları okurken göz ucuyla Serdar’a baktı. Serdar çok geçmeden koltuğa oturdu ve selam verdi.

“Bugün yapılacak çok işimiz var Serdar.” Der demez ceketinin cebinden kalem ve not defteri çıkardı Serdar. Tamer hafif gülümsedi.

“Dün gelen Handan Hanım’ın tutanaklarını aldım, bir nüshasını sekreterden al ve oku. Bu tarz bir dava çoğu avukatın hayatında göremeyeceği kadar yüksek kademede bir dava, şanslısın.”

“Hemen okuyacağım hocam.” Dedi, kalkmadan önce masadaki adalet heykelini gördü. Kalktı ve kâğıdı aldı. Sekreterin masasının karşısında Tamer’in bu büroyu beraber açtığı, anlaşmazlıklar sonucu işlerini ayırdıkları eski ortağının masasına geçti. Aslında sekreterinin masası da Tamer’in eski masasıydı, işler büyüyünce yandaki dükkânı da satın almış, araya da kapı koydurmuş ve kendisini iç odaya terfi ettirmişti Tamer. Aslında Tamer için hikayesi olan bu iki masa, Serdar oturduğunda onun için son derece basit iki masaydı.

Elinde kalemle okumaya başladı tutanakları. Kazada Handan Hanım’ın oğlunun –ki adının Barış Sevenal olduğu yazıyordu- ve arkadaşı Fatih Sürmeli’nin yönetimindeki aracın 115 km/h, çift şeritli ve çift yönlü olan yolda karşıdan gelen ailenin hızının ise 62 km/h olduğu bilgisi yer alıyordu.

Ailede kimsede alkole rastlanmazken –ki ikisi çocuktu- Barış ve Fatih’te Handan Hanım’ın da dediği gibi 1.3 ve 1.45 promil alkol vardı. Karşıdan gelen 2002 model aracın ön-sol tarafının tamamen kaybolduğunu okudu. Diğer arabanın tamponu tamamen çökse de sürücü konsolundan gerisi hasar almamıştı. Ailenin babası ve annesi hayatını kaybetmişti, tüm hasarı üstlenmişlerdi belli ki.

Bir sayfa daha çevirdi. Başı deli gibi dönmeye başladı. Sanki dünyayı sallıyorlar gibiydi. Ailenin arabasının sol kısmının kayıp olduğunu okumuştu fakat karşıda olayı fotoğraflarla görünce şoka uğradı. Olay yerindeki ceset torbasını gördü. Asfalt kıpkırmızıydı. Fakat bir terslik vardı. İki ölü vardı, biri baba biri anneydi. Fakat torbalardan biri yeterince büyükken, diğeri yetişkin bir insana ait olamayacak kadar küçüktü. Geri döndü, kâğıtları seri bir şekilde geriye doğru çevirdi. Dikkatlice okudu. İki ölü yazıyordu: Mehmet Akça ve Ayşe Akça, yanında da sırayla 44 ve 39 yaşında diye not bırakılmıştı. Fotoğraflara tekrar baktı. Soğuk soğuk terliyordu Serdar, kalbi hızlı hızlı atıyordu. Aklında korkunç bir ihtimal canlanmıştı, muhtemelen annenin veya babanın belinden aşağısı ya da vücudunun büyük kısmı parçalar halindeydi.

Kalktı sandalyesinden, önce yavaş adımlarla bürodan çıktı, köşeyi döner dönmez koşmaya başladı ve tuvalete gitti. İçinde ne varsa kustu, kustukça aklından düşünceleri de çıkartıp atmak istedi. Kafasını kaldırdı, ağzını suyla çalkaladı, midesi bulanıyordu. Aynaya baktığında öyle büyük bir tiksinti ifadesi buldu ki suratında, daha fazla bakarsa bir daha kusmaktan korktu. Yüzünü yıkadı, ofise döndüğünde az önceki ruh halini unutmuşçasına masada bıraktığı tutanağı alıp Tamer Bey’in odasına girdi.

“Okudum Tamer Bey.” Dedi sakin bir şekilde.

“Ne düşünüyorsun, ne yapılabilir bu davada?”

“Bütün bulgular bilinçli adam öldürmek kapsamından değerlendirilecek bir suça işaret ediyor. 15 yıla kadar hapis cezası ile yargılanıp, muhtemelen hüküm giyecekler.” deyince, Tamer bilge bir edayla, “İyi bir hakim olacaksın Serdar.” Diye cevap verdi.

Anlam veremedi Serdar, “Nasıl efendim?”

“Sen hüküm giydirmek için yoksun Serdar, sen o gömleği çıkarmak için varsın. Az önce ‘muhtemelen’ dedin. Çok doğru, işte o olasılığı bizler yok edeceğiz.”

Serdar’ın göz bebekleri büyüdü, silahtan ateşlenmiş bir mermiyi koşup durdurmaktan ne farkı vardı bunun? Her şey öylesine açıktı ki, savunulması bile gereksizdi ona göre.

“Hocam, çocuklar tamamen suçlu, bunu yapmak nasıl mümkün olabilir?”

Tamer bir yandan bulmaca çözen yaşlı bir adam gibi konuşuyordu, kağıtlara bakarken. “Tamamen değil, hatta bize göre onlar suçlu değil, bunu asla unutma.”

“İki insanın ölümüne, bir ailenin dağılmasına sebebiyet vermiş bir insan nasıl bizim için suçlu olmaz?”

“Avukat, Latinceden gelir. Kelimenin kökeni, ‘advocatus’, yani tanık olarak mahkemeye çağırılan kişi, savunucu demektir.” Dedi ve durdu. Önündeki bardaktan bir yudum su aldı. Otoritesini kanıtladığından Serdar bu arada lafa girmeyi düşünmedi bile. Devam etti Tamer.

“’Advocatus’ da ‘advocare’den köken alır. Mahkemeye çağırmak demektir. Hepsinin kökü ise ‘vocare’dir. İşte bu kelimenin anlamı, dünyanın bütün sözlüklerindeki avukat tanımlarından daha gerçekçi ve doğrudur. ‘Vocare’, ‘bağırmak’ anlamına gelir. Şimdi düşün, bir yanda Einstein izafiyet teorisini açıklıyor, diğer yandaysa sürekli bağıran bir adam var. Hangisi duyulur? Einstein’in söyledikleri anlam ifade eder mi?”

Tamer soru sorma amaçlı sormamıştı bunu hiç şüphesiz ama Serdar “Hayır.” Diyiverdi. Onaylanması Tamer’in hoşuna gitmişti.

“İşte biz avukatlar diğer bütün bulguları karanlığın güneşe hâkim geldiği gibi karanlığa boğup, kendi gerçekleştirdiğimiz doğruları kabul ettirmekle görevliyiz. Bunun için ücret alıyoruz.”

“Peki ya vicdan? Vicdanımızı nasıl karanlığa boğacağız?”

“Avukatsan eğer, iki kişiliğe sahip olacaksın. Avukatlık mesleğini icra edeceksen eğer, nasıl ceketini portmantoya asıyorsan, vicdanını da asacaksın.”

“Anlıyorum hocam.”

“Anlamana sevindim, öğleden sonra davayı tartışırız, şimdi halletmem gereken bir iki şey var.”

“Tamamdır hocam, ben de o sıra davayı düşünüyor olacağım.”

“Kolay gelsin meslektaşım.” Dedi gülümseyerek.

“Teşekkür ederim efendim.”

Dedi ve çıktı odadan Serdar, beyni davul gibi olmuştu. Otorite olarak gördüğü kişilerin beyin kıvrımları içerisindeki duvarlarının çöküşünün ağırlığını hissediyordu. Aslında idolü olan Tamer Bey’in ona meslektaşım demesi, buraya gelmeden bir gün önce iftihar edeceği bir söz olurdu. Ama şimdi hissizleşmişti. Kendini buraya ait hissetmiyordu. Kişiliğini ve bugüne kadar öğrendiği her şeyi sorgulamaya başladı. Sonuçta mesleğin zirvesindeki biri veriyordu bu dersleri ona, en yetkin kişi… Birikimleri sonbahar görmüş bir ağaç gibi bir bir dökülüyor, rüzgâr sadece dalları değil, büyük bir özveriyle inşa ettiği kökünü, yani kişiliğini de derinden sarsıyordu. Dışarı çıktı, markete uğradı.

“Bir sigara verir misin?” dedi, yorgundu.

“Hangi sigarayı vereyim abi?”

“Fark etmez, bir tane de çakmak ver.”

“Tabii abi, buyur.”

“Sağ ol kardeşim.” Dedi ve yirmi TL uzattı, para üstünü beklemeden çıktı marketten. Çok nadir sigara içerdi. Kendini bir kafeye attı, kafe, kahvehane ile kafe arasında bir yerlerde sıkışmıştı. Bu “Kafehane” Doğu-batı çatışması için yazılan bütün tezlerden çok daha iyi açıklıyordu bu çatışmayı. Kendine uygun bir mekan bulmuş gibiydi. Çay söyledi ve çok geçmeden geldi siparişi. Sigarasını yaktı, ilk nefesini çekti ve dumanı henüz akciğerini harap etmeye fırsat bulamadan geçmişe döndü. Sınava ikinci kez hazırlandığında, saatlerce masa başında ders çalıştıktan sonra yaktığı sigarasını hatırladı. İlk sene üniversiteye girememişti, puanı iyi olsa da hayalindeki üniversite için bir sene daha çalışmıştı. O sıra, o günleri çok zor geliyordu ona, daraldığı anlarda onu motive eden tek şey, cübbeyi sırtına geçirdiği günün hayaliydi. Şimdi, o cübbeyi giymeye çok yakındı ama bu birkaç gün onun her şeyi sorgulamasına sebep oldu. Sigara dumanı içindeki envai çeşit zehir kanını dolaşırken, akciğeri alışkın olmadığından olsa gerek, ağrıyordu. Saate baktı, Tamer Bey’in yanına gitme vakti geliyordu.

Kalktı, hesabı ödedi ve büroya döndü. Tamer Bey yine içerdeydi. Kapı biraz aralanmış vaziyetteydi. Tamer Bey telefonla konuştuğundan, konuşmanın bitmesini bekledi Serdar. Çok geçmeden telefon kapandı, içeri girdi. Tamer hiç beklemeden konuşmaya başladı.

“Toparlanmışsın Serdar, davayı konuşmaya başlayalım artık.” Dedi ve devam etti.

“Kaza yerinde mobese yoktu Serdar, çarpışma anında alkol oranları yüksekti. Yol da kaygan ve tehlikeli bir yoldu.”

Serdar, eğer dışarıdan bakan biri olsa, Tamer Bey’in kaza yapmış olduğunu düşünürdü, muhteşem bir şekilde içselleştirmişti durumu. Notlarını almıştı. Tamer Bey’e baktı, Tamer devam etti.

“Alkol oranları yüksek demiştik ama mobese olmaması şansımıza oldu. Kaza anında koltukta kimin olduğu belli değil.”

“Peki ifadeler?” diye sordu Serdar.

“Kaza anında alkollü oldukları için verdikleri ifade şaibe taşıyor, sonrasında da olayın şoku ifadenin tekrar alınması için iyi birer sebep.”

“Sonuçta arabada iki kişi vardı. Handan Hanım’ın oğlu kullanmadıysa, nasıl diğer çocuğu ikna edeceksiniz? Bunu kimse kabul etmez.”

“Orwell’in ‘Hayvan Çiftliği’ni okudun mu Serdar?”

Yine başladı Sokrates gibi konuşmaya düşündü Serdar, “isterse Orwell, isterse Tolstoy yazmış olsun, gerçek her yerde gerçek sonuçta” diye geçirdi içinden.

“Okumadım hocam.”

“’Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir.’ Der Orwell. Eğer yeteri kadar cazip bir teklifle kapıyı çalarsan, içerdeki ev sahibi bir anda misafirperver kesilecektir. Handan Hanım’ın aile şirketinin nüfuzu çok geniş, Fatih’in ailesiyse alt sınıftan. Yandaki çocuk, yani Fatih, Handan Hanım’ın oğluyla barda tanışmış. Beraber içip gezerken de kaza geçirmişler. Çocuğun geçmişte hırsızlık suçundan cezası var, adli kontrol şartıyla salıverilmiş. Ciddi bir suç olmasa da işe yarar. Bunları kullanarak Barış’ı bir kazadan kurtarabiliriz Serdar.”

Serdar, bir anda avazı çıktığı kadar bağırmak, ağız dolusu küfürler edip, ardından polise koşup her şeyi anlatmak, itiraf etmek istedi. Fakat hiçbir şeyi kanıtlayamazdı. Bu yapılan şeylerin aksi, yazılı belgeler tarafından kanıtlanmamıştı ki. Zar zor konuştu.

“Nasıl kabul ettireceksiniz suçu üstlenmesini?”

“Sen gelmeden önce Handan Hanım’la görüştüm. Ailesiyle ve çocukla konuşulmuş. Yüklü bir miktar para, birkaç arsa ve yaşam boyu güvenceyi kabul etmişler. Ölen aileye de tazminat ödenecek. Bu talihsiz kazadan da hiçbir şey çıkmamış olacak.”

“Çok zekice” Derken boğazı düğümlendi. Zar zor “Efendim.” Diyerek bitirdi cümleyi. Her şeyi geçmişti ama yanında birkaç gün staj yapan birine bütün bu sırları verebilecek kadar çok kendine güvenmelerini kaldıramıyordu. Bu nasıl bir kibirdi? Üstelik anlaşmanın aksini kanıtlayabilecek hiçbir şeyi de yoktu. Bütün bulgular Barış’ın lehineydi.

Her şeyin anlamsız olduğunu düşündü. Masadaki adalet heykeli dikkatini çekti tekrar. Şimdi bir şeyler daha yerine oturdu. Heykel son derece önemli bir anlam ifade ederken, insanlar onu işlerine geldiği gibi algılıyorlardı. Bir elindeki kılıcı kendi faydasına göre kullanıyordu insanlar. Gözleri kapalıydı, çünkü hiçbir şeyi görmeyip kendi gerçeğini yaratmak için karanlığa ihtiyaçları vardı. Terazi asla dengede durmuyordu. Kim daha fazla para koyarsa, adalet onun tarafına işliyordu. Daha fazla dayanamayacağını hissetti, Tamer Bey’e stajı bırakmak istediğini söyleyiverdi. Tamer Bey bunu beklemiyordu, sinirlenmişti.

“Şu an senin olduğun konumda olmak isteyen binlerce avukat var, bilmiyor musun?”

“Biliyorum efendim.” Dedi, geri adım atmayacağı belliydi.

“Bu senin için anlam ifade etmiyor mu?”

“Ediyor efendim ancak vicdanımla çatışmaktan bıktım. Dayanamıyorum.”

“Bu olayları dünyanın neresine gidersen git yaşayacaksın Serdar. Vicdanını portmantoya asamazsan, çok kazanman mümkün değil.”

“Anlıyorum ama devam edemeyeceğim.” Dedi Serdar, omuzlarındaki taşıyamayacağı kadar ağır bir yükle.

“Stajının bitmesine 25 gün var, sana yardım etmek isterdim ama evrakları sahte düzenleyemem. Stajın tamamlanmamış gözükecek Serdar.”

Serdar kendisiyle alay edildiğini düşünmeye başladı. Az önce bir aileyi dağıtan katili kurtaran adam, staj defterini sahte dolduramayacağını, bunun yanlış olduğunu söylemişti. Ayrıca Serdar zaten böyle bir şey istememişti ki. Sinirden elleri titriyordu, bunun görünmemesi için ellerini bacaklarında sabitlemiş, emir dinleyen asker gibi olmuştu. Zar zor “Anladım hocam, önemi yok. Teşekkür ederim her şey için.” Dedi ve çıktı ofisten. Metrobüs bekliyordu, nereden baksa on dakika vardı gelmesine. Sigara yaktı, yavaş yavaş çekmeye başladı, zaten hızlı hızlı çekemiyordu, ciğerleri izin vermiyordu buna.

Bir ses duydu, metrobüs sesi. Yeni başladığı sigarayı attı, ayaklarıyla çiğnedi. Murphy’e küfretti içinden, son günlerinin faturasını adamcağıza kesmişti. Metrobüste giderken etrafını gözlüyordu.

Kucağında çantası olan bir çocuk gördü, kafasını cama dayamıştı. “Muhtemelen sınava hazırlanıyordur.” Diye düşündü. Kulağında kulaklıkla gözleri kapalıydı çocuğun, hayal kuruyor gibiydi. Serdar, çocuğun kurduğu hayallerin çok temiz bir geleceği konu aldığını biliyordu. Her şeyi istediği gibi planlayabilirdi, henüz çocuktu. Parayla ilişkisi öğlen yemeğinde kaşarlı veya karışık tost almasından öte değildi henüz. Elinde olsa o çocuğun yerine geçerdi. Seneler önceki hayallerinin tam üstünde duruyordu aslında ama hiç mutlu değildi. Duraklar geçtikçe, eve yaklaştıkça, daha da yorgun hissediyordu. Eve girer girmez kendini bırakıverdi yatağına. Rahattı aslında yatağı ama vicdanı çivili yatakta yatan rahipler gibi hissettiriyordu, çok geçmeden uykuya daldı.

Yıllar geçti aradan, Serdar artık bir avukat olmuştu, mesleğindeki 7. Senesiydi. Fakülteden mezun olduktan sonra her şeyi değiştirebileceğini inancı taşıyarak bir büro açtı. Büro öylesine küçüktü ki, Serdar’a göre oda içinde iki üç kişiye anca yetecek kadar oksijen bulunuyordu, eğer bir gün müvekkil akınına uğrarsa, boğulmaları işten bile değildi. Tanınmadığından şimdilik böyle bir tehlikesi yoktu. Ayda bir iki tane basit icra davaları geliyordu. Beraber mezun olduğu arkadaşları staj yaptıkları yerdeki deneyimli avukatları referans gösterip iş alabilirken, Serdar bu fırsatı elinin tersiyle itmişti. Bir kere pişman olacak gibi olduğunda, kendinden öylesine tiksinmişti ki, eline olsa bu anıyı siler atardı hafızasından.

“’Yapmadığın şeylerden pişman olmak aptallık, yaptığı şeyden pişman olmak korkaklıktır.’ derdi babam” diye anlatırdı hep. Aslında babası böyle bir şey demezdi, o sadece birini örnek gösterince saygı duyulduğunu gözlemlediğinden kendi çapında bunu tekrar tekrar test ederdi.

Bürosunda ufak bir televizyon vardı, arkada bir ses olsun diye. Yine müvekkilinin gelmediği klasik bir günde kitap okurken bir haber duydu.

“Ünlü hayırsever iş kadını Handan Sevenal hayatını kaybetti.” Diyordu, son derece şık giyinimli bir kadın spiker. Cenazesi öylesine kalabalıktı ki, bir insanın yaşarken bu kadar kişiyle tanışması olanaksız gibiydi. Mikrofon tutulan herkes, önce gözyaşlarını siliyor, sonra da methiyeler düzmeye başlıyordu:

“Hiçbir zaman onurundan taviz vermedi, yardım etmekten başka bir şey yapmazdı, o kimsesizlere kimse olmuştu.” Gibi onlarca ifade duymak mümkündü. Gelenlerin hepsi belirli bir sosyoekonomik seviyedendi. Cenaze adeta bir zengin ayıracıydı. Serdar acı bir gülümsemeyle televizyona bakıyordu. Yüz ifadesi bir anda ekşi erik yemiş çocuğa döndü. Konuşan Tamer Bey’di şimdi de.

“Tanıdığım en şerefli insanlardandı, ışıklar içinde uyusun.” Diyordu.

Kendi kendine mırıldanmaya başladı Serdar. “En fazla 20-30 sene daha yaşayacaksınız, utanmıyor musunuz bu kadar eğilmeye?”

Kapı açıldı, 35-40 yaşlarında bir adamdı giren. Elinde koca bir dosya vardı. Hızlı adımlarla masanın önüne kadar geldi, aslında hızlı gelmesi anlamsızdı, oda zaten üç dört adımda bitiyordu.

“Serdar Bey, eğer müsaitseniz sizinle bir dava dosyası hakkında görüşmek istiyorum.”

“Tabii buyurun, isminiz nedir?”

“Ferit Özdemir.”

“Memnun oldum Ferit Bey, soyada gerek yok, konu nedir?”



“Aile şirketimizde çalışan avukat istifa etti, sizin icra konusunda davalarınızı takip ettik, üniversitedeyken de yanında staj yaptığınız Tamer Bey de sizi önerince, size gelmeye karar verdik.”

“Tamer Bey önerdi demek…” diye geçirdi içinden, şaşırmıştı Serdar.

“Evet, yanında çok şey öğrendiğim bir meslektaşımdı Tamer Bey. Benden istediğiniz tam olarak nedir?”

“Şirketimizin defterlerdeki veri ile sahadaki verilerinin birbirini tutmasını istiyoruz.”

“Bu dediğinizi benimle değil, bir endüstri mühendisiyle veya işletmeciyle konuşmalısınız. Siz defter ve saha verileri birbirini tutsun istemiyorsunuz, defter verilerini olabilecek en az şekilde kaydettirip sahadan gelen kârı arttırmak istiyorsunuz. “

“Öyle de denebilir Serdar Bey.”

Suratında biraz olsun utanma ifadesi görmek için varını yoğunu feda edebilirdi Serdar ancak en ufak bir işareti yoktu. Çıkık alnı dimdik karşısında duruyordu. Her şey öylesine normaldi ki adama göre, içinden ardı ardına küfürleri sıraladı Serdar.

“Bu danışmanlık hizmetiniz için size önerdiğimiz ücret 15 bin dolar ve şirket kârından %1 pay. Sizin için de uygun mudur acaba?” diye devam etti adam.

Ayın sonunu görebileceğinden emin değildi, kira, faturalar, borçlar sıkıştırıyordu Serdar’ı. Boynunda yağlı urgan taşıyor gibiydi sanki. Seneler önce okuduğu 1984 romanının aklına işleyen o cümlesini hatırladı:
“Biz düşmanlarımızı yok etmek için uğraşmayız, onları değiştiririz.” Gözü adalet heykeline, Themis’e takıldı. Ayağının altındaki yılanın, bütün kötülükleri ayaklar altına alındığının sembolü olduğunu hatırladı. Belki bugüne kadar o yılanı zapt etmişti, şimdi yılan tüm vücudunu sarmıştı. Gözlerinden ağır ağır yaşlar akıyordu, teni ıslanırken vücudunun geri kalan her yeri yangın yeriydi. Ceketini düzeltti sinirle, “Değişmeyeceğim” diye mırıldandı, bırak karşısındakinin duymasını, kendi kulakları bile duyamamıştı. “Çıkın dışarı.” Dedi zar zor. Sesi havayı delip geçerken, vücudunda yavaş yavaş büyüyen bir sızı vardı.

“Anlayamadım Serdar Bey?”

“Çıkın dışarı.”

“İyi misiniz?”

Artık iyiden iyiye adamın dalga geçtiğini düşünmeye başlamıştı. Sanki umurundaymış gibi sorması çileden çıkarmıştı Serdar’ı.

“Çıkın ulan dışarı!” diye bağırdı, oda küçük olduğundan, ses birkaç salise içinde kulağında dönüp durmaya başladı, adam şaşkın şaşkın ayağa kalktı, hiçbir şey söylemeden çantasını topladı ve çıktı. Serdar yapayalnızdı, hayatı boyunca bir şeyleri amaçlamış fakat bir türlü aradığını bulamamıştı. Gözlerindeki yaşlar yerçekimine yenik düşerken o, buğulu gözleriyle kitaplığına bakıyordu.

***
Kemal adında bir avukat duyuyordu mesleğe başladığından beri, onurlu ve paraya tamah etmeyen, müvekkil seçiminde son derece titiz esaslara göre hareket eden bir avukat olarak ün yapmıştı. Hiçbir randevu olmadan apar topar gitti bürosuna, bürosu Serdar’ın bürosundan defalarca kat büyüktü, kapıdaki otuzlu yaşlardaki sekreterin Serdar’ı beklemediği belliydi.

“Buyrun beyefendi, size nasıl yardımcı olabilirim?” dedi kadın. “Kemal Bey’le görüşmek istiyorum, önemli bir konuda.” diye cevapladı Serdar, sesinde zorlama bir şeyler vardı, sıkıldığını belli etmek istemiyordu.

“İsminiz nedir?”

“Serdar…” dedi ve öksürdü, “Serdar Kalemoğlu, Kemal Bey’in yolundan giden genç bir avukat deyiniz lütfen.”

“Kemal Bey, bir beyefendi sizinle görüşmek istediğini.” dedi ve durdu, belli ki “Söylüyor” diyemeden reddedilmişti, kadın Serdar’a inanmış gibiydi, çene kaslarını sıktı ve “Sizin yolunuzda yürümeye çalışan genç bir avukat olduğunu söylüyor Kemal Bey.” diye devam etti. Telefon bir süre kulağında bekledi kadın, yavaş hareketlerle kapattıktan sonra zafer kazanmış bir komutan gibi gururlu bir sesle, “Kemal Bey sizi bekliyor.” dedi, “Başarılar…”

Kapıyı tıklattı ve dışarının aksine çok büyük olmayan bir oda karşıladı onu -hiç şüphesiz Serdar’ın odasından birkaç kat büyüktü yine de-, mağrur adımlarla yürüdü, gözüyle süzdü adamı, ufak tefek bir adamdı. Saçları ulu bir dağın zirvesini andırıyordu, bembeyaz ve sık.

“Evet, hoş geldiniz, isminiz neydi?”

“Serdar.” dedi, adamın az önce sekreteri dinlemediği çok belliydi, önündeki dosyalar sekreterinin söylediklerinden daha önemliydi hiç şüphesiz.

“Ne için geldiniz Serdar Bey?”

“Sonunda.” diye geçirdi içinden Serdar, ama kelimeleri seçmekte zorlanıyordu, karşısındakini tek şansı gibi görüyordu. “Hayatım boyunca avukatlık hayali ile yaşadım Kemal Bey.”

“Görüyorum ki hayallerinize ulaşmışsınız.” diye söze karıştı Kemal, Serdar devam etti.

“Ancak meslek hayatımda bana bir avukat gözüyle değil, yalanları tasdikleyecek maharetteki kişi gibi davrandılar, sonunda mesleğimden nefret ettim.”

“Bu işi anlamayanlar avukatlığa her zaman bu gözle bakarlar, zira insan tabiatında yalan önemli bir yer tutar her zaman. Genelde bu görüşün karşısında durmaya çalışanlar da avukatlığın çok onurlu ve kutsal bir meslek olduğundan bahseder, faydası olmayacağını bile bile.” dedi, önündeki sudan bir yudum aldı, az önce ilgilendiği dosyanın kapağını kapattı. Bu Serdar için iyiye işaretti. Devam etti.
“İşin aslı, hiçbir meslek kutsal değildir, kutsal olan tek şey insandır, bazıları insan olmayı beceremez, insan olan da hangi mesleği yaparsa yapsın o mesleği kutsallaştırır. Durum bundan ibarettir Serdar.”
Serdar’ın gözleri parıldadı, uzun zamandır böyle bir sohbette bulunmamıştı, katılsa da katılmasa da dinlemek istiyordu.

“Sen de insan olmayı beceremeyenlerle mücadele ettin değil mi?”

“Evet.”

“Ama başaramadın.”

“Evet.” dedi Serdar, “Henüz başaramadım.” diye ekledi.

“Tek başınaydın muhtemelen.”

“Evet.” dedi yine, hayır deme isteği gitgide artıyordu.

“Beni en çok güldüren şey, kötülerin sürü halinde gezmesine karşın, iyilerin tek başına savaşmasıdır. Masallarla büyütülen çocuklar kahramanlığa soyunur ve mücadeleye girişir, ancak masallarla arasında ufak bir fark oluşur, ne gökten üç elma düşer, ne de kötüler yenilir.”

“Bunu fark etmem yedi senemi aldı.”

“Çünkü kibirliydin Serdar.”

“Neden böyle bir kanıya vardınız?”

“Sanki dünyadaki onurlu tek avukat senmişsin gibi davrandın senelerce, mesleğini kutsal saymana rağmen.”

Düşünüyordu Serdar, Kemal haklıydı, tarihte hangi başarı tek başına olanlar tarafından kazanılmıştı ki? “Sizinle çalışmak istiyorum Kemal Bey.” dedi.

“Bu yedi yıllık kibrin seni gelişmekten uzak tuttu mu?”

“Hayır, iyi derecede İngilizce ve Fransızca biliyorum.”

“İşime yarayabilirsin.” dedi Kemal, Serdar’ı büyülemeyi başarmıştı...
Bürodan çıktı, eve gittiğinde ilk işi duş almak oldu. Su vücudunu yalayıp geçerken beynindeki tüm karamsarlık da temizleniyor gibiydi.

***
Davalar ardı ardına geçerken Kemal, Serdar’ı takdir etmeye başlamıştı. Bir Pazartesi günüydü ve Serdar artık bu hayata alışmıştı. Kemal’in odasına çağrıldığını duyduğunda yine bir boşanma davasına bakacağını düşünmüştü, biraz şanslıysa daha büyük ölçekli bir davaya da bakabilirdi tabii, kim bilir?
Odaya girdiğinde Kemal gülümsüyordu, elinde Serdar’ın özgeçmişi vardı. Konuşmaya başladı.

“Özgeçmişinde Tamer Saklıpınar’ın yanında stajını yarım bıraktığın yazıyor, sanırım ayakların yere basmıyordu o zamanlar?”

“İlk hayal kırıklığımı orada yaşamıştım Kemal Bey.”

“Şimdi o kırıklığı atma fırsatın olacak Serdar, Tamer Saklıpınar bu sefer seninle denk yükseklikte oturacak. 27 Mart günü saat 10.00’da duruşman olacak.”

Kemal konuştukça Serdar’ın gözbebeği büyümüştü, hemen hesapladı, önünde yaklaşık beş hafta vardı, ama adı gibi emindi ki o beş hafta, iki gün gibi hızlı geçecekti.

“Şeref duyarım.”

“Beş hafta boyunca başka bir davaya girmeyeceksin, bu dava kendini kanıtlaman için bir daha gelmeyecek bir fırsat.”

“Teşekkür ederim Kemal Bey.” dedi Serdar, daha önce hiç böyle hissetmediğine emindi, ellerinde kaşıntı vardı, kalbi hızlı hızlı atıyordu ama içinde hoş bir rahatlık vardı, sanki vücüdunda sadece kalbi vardı, içi büyük bir saray odası kadar ferahtı. Dava dosyasını aldı, yavaş adımlarla dışarı çıktı, kendini bir kafeye attı, kahve aldı, etraftakiler sanki Serdar’ı anlıyor gibiydi, uğultular bir şarkıyı andırıyordu ve hava ocak ayından beklenmeyecek derecede güzeldi ya da ona öyle geliyordu.

***
Dosyayı okur okumaz soluğu Kemal’in yanında aldı Serdar.
“Bu adam günlerdir televizyonlarda gösterilen, gazetelerde satır satır cinayet anı yazılan Burcu Tanel’in katili değil mi?” dedi, “Bu adamın neyini savunacağım?”

“Görüyorum da avukatlığı bırakıp hakimliğe soyunmuşsun Serdar.” diye cevapladı Kemal, sesi alay doluydu. “Hangi ara katili buldun, yoksa bilemediğim güçlerin mi var?” Bu ses tonu odayı buz gibi yapmıştı, en azından Serdar için. Ancak Serdar’ın da kendine göre haklı sebepleri yok değildi.
Müvekkili 40 yaşında bir inşaat bekçisiydi, birçok insanın görmek dahi istemeyeceği bir adamdı. Kafasının belli yerlerinde saç yoktu, sanki bir yapbozun bazı parçaları kaybolmuş gibi bir kafası vardı. Yüzü çukurlarla doluydu, sakalları darmadağındı, burnu ise bir şimşir kılıcını andırıyordu, eğri ve uzun. Dava barodan gelmişti, zira adamın avukat tutacak parası yoktu.
Bir kadını öldürmekle suçlanıyordu, kadın otuzlu yaşlarının başındaydı, ünlü holding sahibi Veli Tanel’in üç yıllık eşiydi. Cinayet toplumda infiale yol açmıştı, Serdar’ın da dediği gibi, medya bu olayla yatıp kalkar olmuştu.
Kemal gözlerini devirdi.
“Bu adam suçlu olabilir, kanunlara göre en ağır cezayı da alabilir ancak sadece işlediği suçun cezasını çekmeli, eğer birini öldürdüyse birini öldürmekten yargılanmalı, hırsızlıktan değil. On sene ceza alacaksa on sene ceza almalı, beş veya yirmi sene değil. Bizim görevimiz gerçeği ortaya çıkarmak, gerçek acı olabilir ama asla yalan olamaz. Herkes işlediği suçun suçlusudur Serdar. Şimdi git, çalışmaya devam et, tabii söyleyeceğin başka bir şey yoksa.”

“Yok teşekkür ederim.” dedi Serdar, gerçekten kibrinin bir hayli yüksek olduğunu düşündü, her şeyin en iyisini o bilmiyordu, çoğu şey onun etkisi olmadan şekilleniyordu, bunu düşünememesine üzülmüştü, halbuki “Savunma hakkı kutsaldır.” sözünü defalarca kez söylemişti. “Demek ki insan olmakla papağan olmak arasında bazı farklar var.” dedi kendi kendine.

***
Eve gittiğinde ilk işi dosyayı açmak oldu, ilk satırından başladı, bir kimyager edasıyla okumaya başladı, sanki tek hatası evi havaya uçuracakmış gibi.
Cinayet inşaat bekçisinin kaldığı inşaatın beş metre uzağında işlenmişti, son derece ıssız bir yoldu, inşaat halindeki bina da o bölgeye yapılan ilk evdi. İnşaatın ilerisi bir bahçeydi, gerisinde ise o sokağa açılan tek yol vardı.
Cinayet mahallinde bekçi hemen kadının başında bulunmuştu, elleri kadının üstündeyken polisler tarafından yakalanmıştı. Yapılan incelemede bekçinin üzerinden 600 TL çıkmış, bu 600 TL’lik banknotların üzerinde kadının parmak izi bulunmuştu. Silah ruhsatsızdı, üzerinden herhangi bir parmak izi çıkmamıştı ancak zaten çıkması beklenemezdi, zira bekçinin elinde inşaat eldiveni vardı. Serdar okudukça daha da kötü hissediyordu. “Dosya siyah ve beyaz kadar açık, mümkün değil…” diye mırıldandı.
Fakülte sıralarına geri döndü veya dönmek istedi.
“Kağıtlar insan ürünüdür, yanılabilir. Gerçeklik için bizzat gidip görmeniz gerekir.” diyen hocasını hatırladı, “Gerçek bazen kağıtta yazan gibidir.” dedi içinden, yine de inanmak istiyordu buna, gidip görmeliydi. Gece saat üçe gelirken cinayet mahalline gitmek, gerçek varsa dahi görememek demekti, uyumaya karar verdi.
Rüyası bir ışık çakmasından ibaretti, bir siyah, bir beyaz. Sürekli dönüp duruyordu, gözü kamaşmıştı, beyazı görürken siyahı arıyordu, siyahı görürken beyazı, arayış hiç bitmiyordu.

***
Sabah terlemiş biçimde uyandı, kalktı ve cinayet mahalline gitti, müvekkiliyle konuşması onun önyargılı davranmasına sebep olabilirdi ya da zaten önyargılıydı, karar verememişti. Beklediği gibi, olay mahalli çoktan toplanmış, etrafına şeritler örülmüştü.
Beyninde milyonlarca fikir başıboş bir koyun sürüsü gibi dolanıyordu, yıldırımlar çakıyor, fakat hiçbiri bir kıvılcım çıkaramıyordu. Kafasını toplaması gerekirdi. Olayı baştan itibaren düşünmeye başladı.

“Kadın zengin, neden hiçbir evin, insanın olmadığı bu mahalleye geldi?”
“Adam neden elinde silahla bekliyordu?”
“Neden kadında herhangi bir şok izi, sürüklenme izi yok?”
“Çocukları olan bir adam bunu yapabilir mi?”
“Yapar” dedi içinden bir ses, “Her cinayet bir sebeple gelir, sebep arayan elbet bulur.” İşin içinden çıkamıyordu, müvekkiline sormak zorundaydı, suçsuz olduğuna inanmak istiyordu.

***
“Ben öldürmedim kadını Avukat Bey, yemin ederim ben öldürme... öldürmedim. Yemin ederim.”

“Sizinle açık konuşacağım Tevfik Bey, bütün şüphelerin kaynağı sizsiniz, bu sözleriniz de herhangi bir anlam ifade etmiyor, olayı anlatın.”

“İnşaatta beklerken iki el silah sesi du… duydum, dışarı çıktım, bir kadın baygın yatıyordu. Yanındaki silaha bakmak iste… istedim Avukat Be.. Bey, o sırada polis geldi ve yere yatırdı be… beni…”

“Neden silaha bakmak istediniz?”

“Silah kalbinin üzerindeydi, belki yardım ederim diye elime aldım yemin ederim.” dedi adam, eli titriyordu, “yemin ederim size Avukat Bey.”

Serdar yeminlerinden bıkmıştı, daha ciddi konuşmaya başladı.
“Yemininiz de bir anlam ifade etmiyor Tevfik Bey, olayı en başından itibaren alın, saat kaç gibi bu olay oldu?”

“Saat üç veya dö…”

“Peki kadını sağken gördünüz mü?” “Görmedim” diyeceğine emindi Serdar.

“Görmedim.”

“600 TL çıktı cebinden, kadının parası, onu nerden buldun?”

“Verdiler Avukat Bey.”

“Kim verdi?”

“2 tane adam gel… geldi, yarın beni arayacaklarını söy… söylediler.” Sesi heyecanlıydı, yalan söyleyip söylemediğini anlayamıyordu, bir polis gibi sorgu yapıyordu, ama polis değildi. “İş teklif… teklifi yapacaklar… Yapacaklarmış, para peşin dediler.”
Serdar’ın kafası karıştıkça siniri artıyordu, ve şu an bir hayli karışmış vaziyetteydi.

“Neden kadının parmak izi çıktı o paradan?”

“Bilmiyorum.”

“Bilmiyorsun…” dedi ve devam etti, “o iki adamı tarif edebilir misin?”

“İkisi de resmi giyinimliydi, sakal tıraşları tamdı, birinin elmacık kemiğinde büyük bir iz vardı, yanık izi gibi. İkisi de keldi ve gecenin o saatinde gözlük takıyorlardı.”

“Gecenin o saatinde nasıl gördün o izi?”

Öksürdü Tevfik, devam etti. “Işığın altındalard… Avukat Bey.”

Serdar dinliyor ve not alıyordu ama, bilgilerin işe yarayıp yaramayacağını çözemiyordu. Konuşmaya ara verdi, kaybedeceğine o kadar emindi ki, şimdiden üzülmeye başlamıştı.
Burcu Tanel’i araştırmaya başladı, Veli Tanel’le evlenince o da iş dünyasında hatrı sayılır bir yer edinmeye başlamış, ihalelere kendi paravan şirketiyle katılır olmuştu. Bazen aldığı büyük ihaleler bile oluyordu, ihaleleri tek tek not aldı Serdar, aratıp içeriğini öğrenmek istiyordu. Katıldığı ihalelerin listesi bir hayli kabarıktı, hepsini baştan itibaren soruşturacaktı, bürodaki sekreteri aradı ve 12 saat içinde kendisine bilgi vermesini söyledi. Zaman daralıyordu.
***
Evden çıktığında bir sigara almıştı, yolda yaktı, bu sefer öksürmedi. Hayatını sorguluyordu, ağzından çıkan her duman, ondan kopan bir parça gibiydi. Ruhu lime lime olmuştu seneler içinde. Seneler öncesinde biri bugünkü halini ona söylese, güler geçerdi, ama artık soluduğu hava kadar gerçekti her şey. Birkaç kere içindeki tüm zehirlerle birlikte içine çekti sigarayı ve ilk bulduğu çöpte söndürdü. Büroya girdi.

“Talep ettiğiniz otopsi raporu gelmiş Serdar Bey, masanızın üzerine koydum.” dedi Sekreter.

“Teşekkür ederim Sekreter Hanım.” diye cevap verdi Serdar ama sesinde en ufak bir heyecan yoktu. Sanki olay anını görmüş de adet yerini bulsun diye okuyor gibiydi.

“Her şey çok kötü…” diye mırıldandı Serdar. Satırları geçtikçe nefes alışverişi daha da zorlaşıyordu. Sayfayı çevirecekken bir gariplik fark etti. İki mermi de kalbine isabet etmişti, fakat merkezlerinden uzaklıkları 0.5 cm’di, neredeyse mermiler üst üste binmişti. Silah tabanca olduğundan geri tepme kuvveti az olabilirdi ancak bu kadar yakın olması pek normal gelmiyordu. Bekçinin herhangi bir atış eğitimi almadığı açıktı, bu atışı yapabilmesi büyük bir şans sayılırdı. Bu düşüncesinin mahkeme açısından hiçbir öneminin bulunmadığını biliyordu Serdar ancak sanki yıllardır denizde olan umutsuz bir kaptandı, sonunda karayı görmüştü ve umut ışığı onun gözlerinden adaya yansıyordu adeta.

***
“Serdar Bey, ben sekreteriniz Vildan. Dün söylediğiniz ihalelerin hepsini araştırıyorum. Burcu Hanım 3 ayda girdiği on iki ihaleden altısını lehine sonuçlandırmış, en düşüğü 100 bin TL, en yükseği 1 milyon TL. Kaybettiği üç ihaleyle birlikte henüz sonuçlanmayan üç ihalesi var. Sonuçlanmayanlar arasından ikisi bir hayli uzun sürmüş. İki ihalede de karşısında aynı firma var. Diğer detayları göremiyorum efendim.”

“Teşekkür ederim Vildan Hanım.” dedi Serdar, bu ihaleler hakkında bilgi sahibi olmalıydı, medya da bizzat işin içinde olduğundan şeffaf bir süreç yaşanmıyordu. Davayı kazanabilmesi için kendi çabasıyla bir şeyler yapmalı, reddedilemeyecek bulgularla davanın seyrini değiştirmeliydi.

Burcu Tanel’in dört sene önce kurduğu şirketi ziyaret edecekti, öldürüldüğü anı tam anlamıyla anlamak istiyordu, bir açık bulursa eğer, belki gerçeği ortaya çıkarabilirdi. Şirket binasına girdiğinde birkaç kişi dışında kimse kalmamıştı. Giriş katındaki koltukları gördü, bir kadın vardı, koltukta tek başına oturuyordu, saçlarını tutuyor, belli belirsiz hıçkırıyordu. Yanına gitmeye çekiniyordu Serdar, rahatsız etmek istemiyordu ancak yapmak zorundaydı.
“Hanımefendi, üzgün olduğunuzu görüyorum ancak affınıza sığınarak birkaç soru sormak istiyorum. Gerçeğin ortaya çıkarılması ve Burcu Hanım cinayetinin çözülmesi için sizin yardımınıza ihtiyacım var.” diye giriş yaptı, kadının acı çektiğini görüyordu, zorlamamak için olabildiğince kibar davranmaya çalışıyordu.

Kadın gözlerini Serdar’a çevirdi, saçlarını düzeltti, berbat göründüğünü biliyordu fakat sözkonusu “Burcu Hanım”dı, reddedemezdi.

“Buyrun, siz kimsiniz?” deyip elindeki mendille burnunu sildi.

“Ben cinayeti işlediği düşünülen inşaat bekçisinin avukatıyım.” diye cevapladı sorusunu, “Siz kimsiniz?” sorusunu duymamak isterdi, bu cevabı kadının hoşuna gitmeyecekti.

“Bir katilin avukatısınız demek!” dedi kadın, az önceki hüznü yerini sinire bırakmıştı.

“Bir katilin değilim Hanımefendi, yalnızca gerçeği ortaya çıkarmaya çalışıyorum, eğer yardımcı…” deyip devam edecekken, aniden sözünü kesti kadın.

“Beyefendi, yaptığınız işe saygı duyuyorum ama ben bir katilin avukatıyla konuşmak istemiyorum.”

“Bekçi suçlu olabilir Hanımefendi ancak, suçlu olsa da…” derken, yine sözü kesildi. “Her insan savunulmayı hak eder” diyecekti, ancak gerçek hayat çoğu kimse için siyah ve beyaz kadar keskindi. Ya siyahtın, ya beyaz.

“Size söyleyebilecek bir şeyim yok.” deyip kalktı kadın. Serdar tek başına kalakaldı. Başka biriyle konuşmak zorundaydı, her bilgiye muhtaçtı. Merdivenleri ikişer ikişer çıkmaya başladı. Sade bir ofisti, karşısında iki satırlık bir tabela duruyordu, ilk satır “Burcu Tanel”, altında da “Kurucu Genel Müdür” yazısından ibaretti. Kapının yanıbaşındaki masada bir kadın oturuyordu, bir şeyler okuyor gibiydi.

“Hanımefendi rahatsız etmiyorumdur umarım, Burcu Tanel cinayetiyle ilgili birkaç soru sormak istiyorum, avukatım.” diye söze girdi Serdar. Bu sefer “Siz kimsiniz?” sorusunun muhatabı olmayacaktı.

“Buyrun Avukat Bey.”

“Burcu Hanım’ın cinayetinde aydınlatılması gereken bazı hususlar var, bu konuda sizin yardımınıza ihtiyacım var.” dedi ve devam etti Serdar: “Örneğin girilen son ihalelerle ilgili bir bilginiz var mı?”
“Ne gibi bir bilgi?” diye cevap verdi kadın.

“Girilen iki ihalede de karşı tarafta aynı şirket var.” dedi ve durdu, bürodaki sekreter şirketin ismini söylemiş miydi, hatırlayamıyordu. “Bu şirketle olan ihale normalden çok daha uzun sürmüş.”
İhalenin normal süresi neydi, bu ihale kaç ay sürmüştü, bu konuda da hiçbir bilgisi yoktu.

“Evet, Burcu Hanım ihalelerin bir hayli uzun sürdüğünü söylüyordu üst düzey yetkililere, bu ihaleyle cinayetin ne ilgisi var?”

Sanki satranç oynuyorlarmış gibiydi, Serdar için her şey gayet normalken, kadın detaylara girmek istemiyordu, sorulan sorunun olması gereken cevabından daha fazla konuşmak istemiyordu ve cevabın ne olduğundan pek emin değil gibiydi.

“İhale sürecinin bu kadar uzun sürmesi pek normal değil.” diyerek yeni bir cephe açtı Serdar, “Hayat bir mücadeledir.” sözünü ağzından düşürmeyen hocasını çok ciddi bulduğundan pek sevmezdi ama bu konuşma tam anlamıyla bu söze uygundu.

“İhale sürecinde Burcu Hanım çok emek verdi ve her şeye rağmen ihalede kalacağını defalarca kez söylemişti.”

“Neden her şeye rağmen demişti? İhalede “Her şeye rağmen” denebilecek ne olabilirdi ki?” diye düşündü ve sordu:
“İhale sürecinde karşı şirketle anormal bir durum yaşandı mı?”

“Birkaç kez karşıdaki şirketten olduğunu söyleyenlerin geldiğini hatırlıyorum.”

“Ne konuştuklarını anımsıyor musun?” diye devam etti, bir şeyler duymak istiyordu.

“Bağrışmalar duydum, adamlar gittikten sonra Burcu Hanım arkalarından ‘bizi tehdit edemezsiniz!’ diye bağırmıştı.”

Serdar sonunda kaydadeğer bir şeyler bulmuştu, surda ilk gedik açılmıştı, artık kararlılıkla devam etmek gerekiyordu.
“Gelen adamlar kaç kişiydi?”

“İki.”

Elindeki defteri çıkardı Serdar ve devam etti: “Tarif edebilir misiniz?”

“İki adam da kısa saçlıydı, siyah saçları vardı. Imm… Takım elbiselilerdi… ve birinin yüzünde bir iz vardı, derin bir yanık izi.”

“Yanık izi.” diye tekrarladı, içinde fırtınalar kopmaya başlamıştı. Heyecanlıydı, heyecanını kadına belli etmemeliydi, önceki söyledikleri önemsizmiş gibi birkaç soru daha sormuş, teşekkür etmiş ve ayrılmıştı.

***
“Kemal Bey, davada çok önemli detaylara ulaştım.” diye lafa girdi Serdar, Kemal’in konuşmasına fırsat vermeden devam etti. Kemal detayları duyduğunda belirli belirsiz bir gülümseme oluştu suratında, söze devam etti.

“Yani olayın karşı firma tarafından yapıldığını, işin bekçiye kaldığını söylüyorsun.”

“Evet aynen öyle.” dedi, gözleri parıldıyordu.

“Ancak bulguların bu iddiayı ispat için yetersiz, silah neden elindeydi, kalbinin üstünde olması ve yardım etmek istemesi doyurucu bir cevap değil. Burcu Hanım’ın parmak izinin olduğu para neden müvekkilinin cebindeydi? O iki adam nasıl bu parayı Burcu Hanım’ın parmak iziyle adama verecek? Daha tatmin edici bulgulara ulaşmalısın Serdar.”

“Bulacağım Kemal Bey, bulacağım.” dedi Serdar, sesi kararlı, bir o kadar da hırslı çıkıyordu. Davaya birkaç gün kalmıştı, yapabileceği tek şey şüpheden yararlanıp arayışa devam etmekti, bu duruşmada karar verilmemeliydi.

***
Serdar yıllar sonra Tamer’i görmüş, gözleri ateş saçsa da dudakları tiksinç bir ifadeyle gülümsemişti, beyni kaslarına gülümseme emri vermiş, kasları ise isteksizce bu emri yerine getirmişti sanki.
Tamer iddianamenin içeriğindeki ifadeleri tekrarlamış, gün gibi gözüken bütün olayları söylemişti. Sıra Serdar’a geldiğinde, Serdar söze başlamak istese de boğazı düğümlenmiş, ses telleri titreşmeyi reddetmişti adeta. Hayatının amacını, avukatlığı hoyratça kullanan ve bir kere bile pişmanlık duymadığına emin olduğu Tamer’e karşı savunma yapmak midesini bulandırıyordu.
Ayak parmakları bir at gibi ayakkabısını eşeliyor, alnı soğuk soğuk terliyordu. Cübbesini düzeltip konuşmaya başladı.

Silahın bekçi tarafından ateşlenemeyecek kadar isabetli kullanıldığını, karşı şirketin olaydaki rolünü dakikalarca anlattı. Sözüne devam etti.
“Bu bulgulardan da anlaşıldığı üzere Hakim Bey, davanın seyri değişmiştir. Bahsettiğim konulardaki delillerin yüce mahkeme tarafından toplanmasını arz ederim.” dedi ve derin bir nefes aldı. Konuşurken Tamer’e hiç bakmamıştı, onun gözleriyle yapacağı yorumu görmek istememişti. Şimdiyse gözlerini Tamer’e dikmişti, Hakim biraz sonra konuşmaya başladı.

“Tahkikatın genişletilmesine, sözü edilen delillerin toplanmasına, davanın bir ay sonrasına ertelenmesine, sanığın tutukluluk halinin devamına karar verilmiştir.”
Hakimin sözleri havayı delip geçerken, Serdar sevincini gizlemek için elinden geleni yapıyordu.

“İlk perde sona erdi, sıra ikinci perdede.” diye mırıldandı. Bunu bağıra bağıra söylemek için çok şeyini feda edeceğine emindi.

***
Davayı üstlenmesinden bu yana ilk defa rahat bir uyku çekmişti, ancak bu sonraki duruşmaya kadar uyuyabileceği en güzel uykuydu, bunun farkındaydı. Yapacak bir işi kalmıştı: Şirketin bu cinayeti işlediğini kanıtlamak.

İlk işi suratında yanık izi olan adamla konuşmak olacaktı, mahkeme delilleri toplayana kadar dışarda gezeceğini biliyordu, ancak onunla konuşabilmesi için bir sebep olmalıydı. Bu sebebi bulabilmek için şirketin genel müdürünü kullanmalıydı. Şirketten randevu istedi ve iki gün sonrası için randevu aldı. Soracağı soruları düşünüyordu.
“Neden cinayetten birkaç saat önce sanık Fırat Uzun’a hiçbir şey yokken 600 TL verdiniz?”
“İki elemanınız da neden o gece oradaydı?”
“İki elemanınızın eşgalleri Burcu Hanım’ın şirketini tehdit eden iki elemanla neden aynı?”

Birkaç saniyede bulduğu bu gibi sorular cinayetin kilidini açabilecek miydi, emin değildi, denemek zorundaydı. Hayat denemelerin arasında bulunan başarılar etrafında şekilleniyordu.

***
“Mustafa Bey sizi bekliyor Serdar Bey.” dedi sekreter, Serdar önüne baka baka odaya yürüdü, düşünceliydi.

“Mustafa Bey ben Serdar Kalemoğlu, avukatım. Sizi şu an bakmakta olduğum bir dava için meşgul ettim.” diye söze girdi Serdar.

“Buyrun Serdar Bey.” dedi Mustafa, tanışma faslının bu kadar kısa olmasına alışık değildi.

“Burcu Tanel aylar önce öldürüldü ve müvekillim sanık olarak yargılanıyor. Davaya bakmaktayken sizin şirketinizi de ilgilendiren bazı bulgulara ulaştım. İzin verirseniz paylaşmak isterim.”

“Tabii ki buyrun.”

“Müvekkilim cinayetten birkaç saat önce iki adam tarafından durduruldu ve birkaç gün içinde bir iş teklifinde bulunulacağı, şimdiden 600 TL verileceği söylendi. Paranın üzerinden Burcu Hanım’ın parmak izi çıktı.” deyip nefes aldı, ancak beklenmedik bir şekilde söze girdi Mustafa.
“Burcu Hanım’ın parmak izinin çıktığı paradan nasıl bizi sorumlu tutuyorsunuz beyefendi?”
“Sizi sorumlu tutmuyorum, olayı anlatıyorum Mustafa Bey.” dedi ve duraksadı, “Şirketinizle Burcu Hanım’ın şirketinin girdiği ihalede Burcu Hanım’ı tehdit ettiğinizi söyledi şirket elemanları. Tesadüf o ki, tehdit eden iki elemanla müvekkilime parayı veren elemanların eşgalleri birbirinin aynısı. Bunu nasıl açıklayabilirsiniz?”

“Kendi kafanızın içinde bazı şeylere inanmışsınız, şimdi benimle tehditkar bir uslupla konuşuyorsunuz.”

“Hayır Mustafa Bey, olayı anlatıyorum yalnızca. Bakın, bu iş basit bir iş değil, deliller sizin şirketinizi de zan altında bırakıyor, eğer o iki elemanınızdan biriyle görüşebilirsem, olayı aydınlığa kavuşturabiliriz, böylece suçsuzluğunuzu kanıtlarsınız.”

“Elemanların benim elemanlarım olduğunu nerden biliyorsunuz?”

“Birinin yüzünde bir yanık izi var, son derece özel bir eşgal.”

“Sizi görüştüreceğim, ancak bu iş gereğinden fazla uzamamalı.”

“Söz veriyorum Mustafa Bey.”

Mustafa telefonu aldı, sekreterini arayıp elemanını çağırdı, birkaç dakika içinde odada elemanla tek başınaydı Serdar, şaşırmıştı, elemanını çağırması garipti, eğer elemanı suçlu bulunursa, genel müdür de suçlu bulunacaktı, neyse ki her ihtimal Serdar’ın lehineydi.

“Beyefendi, sizinle açık konuşacağım, Burcu Tanel’in cinayetinde şüphelisiniz, sanık bekçiye verdiğiniz paradan tutun, cinayetten birkaç gün önce Burcu Tanel’in şirketine gelip onu tehdit etmenize kadar her yerde parmağınız var.” dedi ve devam etti “mahkeme hakkınızda tahkikat başlattı.”

“İhalelerde içi boş tehditler olabilir, bunu kime sorarsanız sorun, herhangi bir anlam ifade etmez bu tehditler.”
Adam son derece sakindi, arkasına yaslanmış vaziyetteydi.

“Tabii ki tehditler görülmemiş şeyler değil, ancak sonrasında gelişen olaylar sizi şüpheli yapmaya yetiyor beyefendi.” Kılıç müsabakasında bir hamle daha yapmış gibiydi Serdar.

“Somut bir deliliniz yok.”

“Bahse girerim o bahçede sizin kullandığınız arabaya ait tekerlek izi var beyefendi, mahkeme araştırıyor, bulduğu anda somut bir delile fazlasıyla ulaşacağız.” Sesi sertti, köşeye sıkıştırmıştı. Adam bir süre düşündü, parmakları belli belirsiz titriyordu, Serdar’ın içi ferahlamaya başladı.

“Yapamam Avukat Bey.”

“Neyi yapamazsınız?”

“Söyleyemem.”

“Eğer sizi kimin yönlendirdiğini söylerseniz, cezanız bir hayli hafifleyecek, emin olun.”

“Bir söz verdim Avukat Bey, yerine getiremezsem…” dedi ve durdu.

“Yerine getiremezseniz?”

“Öldürürler Avukat Bey.”

“Kimi?”

“Beni ve ailemden geri kalan herkesi.”

“Kim öldürecek? Eğer teslim olursanız iş yargıya intikal eder, sizi de, ailenizi de kimse öldüremez.”

“Cinayetin şirketle hiçbir ilgisi yok.”

“Kendi başınıza işlediğinizi mi söylüyorsunuz?”

“Hayır.”

“Açık konuşun lütfen, geleceğiniz için bu detaylar çok önemli.”

“Nasıl konuşayım, anlamıyorsunuz Avukat Bey, öldürürler diyorum.”

Serdar surda gedik açtığının farkındaydı, biraz daha zorlarsa gerekli her şeyi öğrenebilirdi.

“Söz veriyorum size, elimden gelen korumayı sağlayacağım. Burcu Tanel’in cinayetinin arkasında olan kim varsa, hiçbiri yargıdan üstün değil. Ailesine karşı bir borcunuz var.”

“Cinayeti eşinin isteğiyle işledik Avukat Bey.”

***

Serdar darmadağındı, şirketten çıktığında bütün bildiklerinin tepetaklak olduğunu hissetti. Tepeden tırnağa titriyordu, bağırmak istiyordu, bağıramıyordu, küfretmek istiyordu, küfredemiyordu. Nasıl bir girdabın içinde olduğunu anlamaya çalışıyordu, beceremiyordu. Başka şeyler düşünmeye çalıştıkça daha da yalnızlaşıyordu, tek başına kalıyordu. Dava gününü dört gözle bekliyordu.

*

Mahkeme günü gelene kadar hayatında daha önemli hiçbir şey yokmuş gibi davrandı Serdar, dışarı çıkmadı, yemek yerken, duştayken, kitap okurken, bir şeyler yazarken hep misafiriydi bu dava. Mahkeme salonuna girdiğinde kulağında derin bir uğultu vardı. Söz ona geldiğinde hiç duraksamadan konuşmaya başladı. Elleriyle Tamer’i gösteriyordu.
“Siz asla gerçeğin ortaya çıkmasını istemediniz, bir suçlu arıyordunuz,  o suçluya da suç kıyafetini giydirmek istediniz. Müvekkilim bu iş için biçilmiş kaftandı. Suratıyla, sosyoekonomik yapısıyla, hayatıyla, tam anlamıyla bir “öteki”ydi. Siz gerçeği aramıyordunuz, siz bir insanı yargılamak istiyordunuz!”

“Serdar Bey, dava ile ilgili konuşun lütfen.” diye araya girdi Hakim.

“Lütfen Hakim Bey, müsaade edin.” deyip devam etti Serdar.

“Müvekkilimi medyanın önüne attınız, insanlara bir eğlence gibi sundunuz onu. Savunmasına bile izin vermediniz! Hayatını kaydırırken bir kere bile düşünmediniz, hiç düşünmediniz!” dedi ve gözyaşlarını sildi.

“Ama hakkınızı vermeliyim, öylesine güzel bir ağ kurmuşsunuz ki, ne olursa olsun asıl suçluya gelemezdim, önce bekçiyi katil olarak kabul ettim, sonra araştırdım ve Burcu Tanel’i tehdit eden şirketi buldum, düşündüm, araştırmaya devam ettim ve o iki elemanın suçlu olduğuna inandım. Benim bekçiden sıyrılıp başka bir suçlu bulacağıma inanmadınız ama ben ilerledim, yine de işinizi sağlama aldınız ve araya bir suçlu daha koydunuz. Eğer orada tatmin olup dursaydım, şirket suçlu bulunacaktı.” dedi ve cübbesini düzeltti. Sesindeki tavır sertleşmeye başlıyordu.

“Araştırdıkça şaşırttınız, ancak hesaba katmadığınız bir şey oldu, katil suçunu itiraf etti.”

“Serdar Bey, lütfen kişisel konuşmanıza son verin, eğer bulgularınız varsa mahkemeyle paylaşın.” diyerek tekrar uyardı Hakim.

“Hakim Bey, katil Burcu Tanel’in eşi Veli Tanel’di. Burcu Tanel’in cebinden alınan para bir gece önce onu tehdit eden şirketin iki elemanına verildi, büyük bir gizlilikle Burcu Tanel öldürüldü, silah da kalbinin üzerine koyuldu, Burcu Hanım’ı vurmaları söylendi. Eğer Burcu Hanım’ı bu kadar isabetli vurmasalar buraya kadar gelmem mümkün değildi. İki elemanın ikna edilmesi pek zor olmadı, şirketin iki elemanının da hesabına yüklü miktarda para yatırıldı, elemanlardan birinin annesi yurtdışında kanser tedavisi almaya gönderildi. Böylece susmaları sağlandı ki eğer birinin vicdanı olmasa şu an buraya kadar da gelemezdim.”

“Bu kanıya nereden vardınız, Veli Tanel neden bu cinayeti işlesin?”

“Çünkü Veli Tanel, Burcu Tanel’i aldatıyordu, bu altı ay önce Burcu Tanel tarafından fark edilmişti, boşanmak istediğini söyledi fakat şiddetli bir tepki gördü Veli Tanel tarafından, hatta altı ay önce antidepresan kullanmaya başladı Burcu Tanel. Veli Tanel toplumdaki itibarının sarsılmasından korkuyordu, eşinin tehdit edildiğini de bildiği için iki elemanını satın alarak bu suçu işledi Hakim Bey.”
Dedi ve ardından elemanların çağrılmasını söyledi, elemanlar suçunu itiraf etmişti. Bekçi minnettar gözlerle Serdar’ı süzüyordu. Hakim bekçinin beraatine, Veli Tanel’in, iki elemanın ve suç ortağı olan avukatın cezalandırılmasına karar vermişti.
Salondan çıkmadan önce, Tamer’in yanına gitti Serdar.

“Hayatım boyunca bugünü bekledim Tamer Bey, yalanlarınızın ortaya çıkacağı günü. En sonunda bu yalanları bizzat ben ortaya çıkardım, yüzünüzdeki utançtan mutlu olacağımı sanırdım ama yanılmışım, zira utancınız yalanınızdan pişman olduğunuz için değil, yalanınızın ortaya çıkmasından kaynaklı. Sizin adınıza utanıyorum, onurunuzun nasıl bu kadar kaybolduğunu düşünüyorum ama cevabı bulamıyorum.”

Yüzüne bakıyordu, Tamer sessizdi, Serdar arkasını dönüp gitti. geçmişinde gerçeğin değerini bildiğini sanırdı ama asıl değeri şimdi anlamıştı. Yıllar önce Tamer’in avukatlık hakkında söylediği söz aklına geldi:
“‘Vocare’, ‘bağırmak’ anlamına gelir. Şimdi düşün, bir yanda Einstein izafiyet teorisini açıklıyor, diğer yandaysa sürekli bağıran bir adam var. Hangisi duyulur? Einstein’in söyledikleri anlam ifade eder mi?”
Tamer yanılmıştı, “gerçek, bir anlam ifade etmişti. Yalanı bağıranı gerçeği fısıldayan adam susturabilmişti. Gülümsedi, ilk defa bu kadar umutlu olduğunu hissediyordu.

--SON--

Furkan Berkay ÖZCAN