Koçi Bey'e Göre Osmanlı’nın Duraklama Sebepleri
Not: Yazıdaki ufak bir hatayı biraz geç fark etmem nedeniyle (divana başkanlık eden padişah geleneğini yıkan padişahın Sultan Süleyman olduğunu yazmıştım ki risalede de bu Sultan Süleyman dönemine götürülse de tarihte Fatih Sultan Mehmet döneminde görülmüştür.) 19.09.2017'de bir düzenleme yaptım. Ayrıca bazı bölümlere de konunun daha iyi anlaşılması için eklemelerde bulundum. Eğer sizin de dikkatinizi çeken hatalar olursa lütfen dijitalmurekkepblog@gmail.com adresine yollayınız. İyi okumalar.
___________
Herkese merhabalar, haddim olmayarak başlıktaki konuyu
anlatmaya çalışacağım. Yazının sonunda yararlandığım kaynakları bulabilirsiniz.
Konuya başlamadan önce, bu yazıda ana kaynak olarak
Seda Çakmakcıoğlu’nun çevirip Kabalcı Yayınevi’nin yayımladığı “Koçi Bey
Risaleleri” adlı kitabını kullandım. Koçi Bey’in yazdıklarının çevrilip
basılmasında emeği geçen herkese ve bu yazıda kullandığım diğer kaynakların
yazarlarına çok teşekkür ederim. Ayrıca kitabı kaynak olarak kullanmama izin
veren yayımcı Kabalcı Yayınevi’ne de teşekkür ederim.
Öncelikle “Koçi Bey kimdir, bu yazıdaki oluş sebebi
nedir?” gibi soruları cevaplamaya çalışayım.
Koçi Bey, yavaş yavaş sönmekte olan koca bir
imparatorluğu, sadece birkaç yılla sınırlı kalsa da, eski şaşalı günlerine
döndüren IV. Murad’ın başdanışmanıydı. Koçi Bey’in kardeşiyse Rus Çarlığı’nda
Çar’ın danışmanlığını yapıyordu[1]. Aileden gelen bir deha söz konusuydu adeta.
IV. Murad’ın saltanatının ilk yılları annesi Kösem
Sultan’ın himayesi altında geçti. Kösem Sultan’ın son derece zeki ve entrikacı
bir kadın olmasıyla birlikte, o yıllar padişahın küçük yaşından dolayı (tahta
geçtiğinde 11 yaşındaydı) doğması muhtemel iktidar boşluğunu doğrusu veya
yanlışıyla doldurduğu açıktır. Kösem Sultan devleti “saltanat naibesi” sıfatıyla
yönetirken de, IV. Murad çok hızlı bir eğitime tabii tutulmuştu. Tahta çıkmadan
önceki tecrübe ve bilgi eksikliği, dirayetli bir çalışmayla hızla giderilmişti.
IV. Murad büyüdükçe de Kösem Sultan’ın devlet üzerindeki etkisi giderek
azalıyordu ve genç padişah gücünü hissedince de kontrolü eline almıştı.
Hem de nasıl bir güçle almıştı eline! Devlet
düzeninden tutun, toplum yaşamına kadar birçok konuda son derece radikal
kararları uygulamaya soktu ve bizzat kendi uyguladı. Yeri geldi kangren olmuş
parmağı kesti, yeri geldi kesmeden tedavi etmeye çalıştı.
Örneğin, kahvehanelerin kapatılması kararını almasında
büyük pay sahibi olan sebep IV. Murad’ın kahveyi sevmemesinden kaynaklanmıyordu
tabii ki. Kahvehanede devlet otoritesine karşı fikirler filizleniyordu, bir
diğer söylenti de kahvehanenin “miskinlerin buluşma yeri” olduğuydu. Kanuni
döneminde de bazı kahvehaneler kapatılmıştı, IV. Murad da kararlılıkla bu
kapatılmayı uyguladı. Çocukluğuna denk gelen Kösem Sultan himayesindeki
saltanatında eşkıyalığın, düzensizliğin ve otorite karşıtlığının nelere yol
açtığını son derece iyi gözlemleyen padişah, kahvehanelerdeki bu ortama
kayıtsız kalamazdı.
İsyan çıkaran, otoriteye karşı gelen her kim olursa
olsun, onlarca kelle bedensiz kalmıştı.Hatta önemi Kanuni Sultan Süleyman
döneminden sonra iyice artan bir mevki olan şeyhülislam mevkisi dahi
tehlikedeydi. İznik Kadısı’nı idam ettiren IV. Murad’ı eleştirme cüretinde
bulunan dönemin şeyhülislamı Ahizade Hüseyin Efendi önce sürgüne yollanmış,
sonra da idam edilmişti![2] Saraydaki inanılmaz
boyutlara ulaşan israfa da dur demişti. Hazine tekrar nefes almıştı.
“Bağdat'ı almaya çalışmak, Bağdat'ın kendinden daha mı
güzeldi ne!” dizelerine ilham olan, İranlılara uzun bir zaman sonra sağlam bir
darbe indiren Revan ve ardından gelen Bağdat Seferi’yle Bağdat’ı ve daha birçok
toprağı fethetmişti.
Artık “gözünün üstünde kaşı var!” diye isyan
çıkartacak düzeye gelen yeniçerileri hizaya getirmeyi başarmıştı. Sayıları bir
hayli artan, eski gücü, yetkinliği ve disiplini kalmayan ocağı revize etmişti.
İktidarında yeniçeriler tekrar düzenlenmişti.
Mali Yıl
|
Yeniçeri
Sayısı
|
1480
|
10.000
|
1568
|
12.789
|
1609
|
37.627
|
1670
|
53.849
|
Bu tablo[3] Halil İnalcık’ın
Devlet-i Aliyye kitabından alınmış verilerle Vikipedi’de oluşturulmuş,
“Yeniçeri” başlığındaki bir tablodur.
Sefere çıkmayan padişah olgusu yıkılmıştı, halk
tekrardan “güçlü Osmanlı padişahı”’nı hissetmişti. Hatta Anadolu uzun zaman
sonra bir padişah görmüştü.
Peki, bu ve buna ek olabilecek onlarca
reform/ıslahat/yenilik tesadüfen mi yapılmıştı?
Osmanlı’nın güçlü olduğu dönemlerde bilge ve dirayetli
padişahların yanında, güçlü bir devlet adamı kadrosu da bulunuyordu. Mesela
Sultan Süleyman’ın yaşlılığına denk gelen dönemde Sokollu Mehmed Paşa, devleti
çekip çevirmişti. Sultan Selim döneminde Piri Mehmed Paşa ve diğer devlet
adamları padişahın gölgeleriydi adeta. Sadrazamından defterdarına işinin piri
kimseler görev başındaydı.
IV. Murad döneminde de Koçi Bey, bilge, dirayetli ve
dürüst bir devlet adamı olmayı başarmıştı. Bir ayağı çukurda olmasa da, yavaş
yavaş çukuru kazılan Osmanlı İmparatorluğu’nun tekrar geçici yükselişinde
kendine sağlam bir yer edinmişti.
Risalelere girmeden önce ufak bir not olarak
belirteyim: “Koçi Bey Risaleleri” iki tanedir. Biri IV. Murad’a, diğeri de I.
İbrahim’e yazılmıştır. Bu yazıda IV. Murad’a yazılan risaleyi inceleyeceğiz.
Koçi Bey yazdığı risalesinde sorunları tek tek
başlıklar altında toplamıştı. Böylece sorunlara dikkat çekmeyi
kolaylaştırmıştı.
Koçi Bey, risalesinde büyük bir önemle, “halkın ve
devletin arasındaki köprünün” yavaşça yıkılmakta olduğunu söylüyordu.
“Saadetli, devletli, İskender haşmetli hakan
hazretlerinin tabiatı parlak ve nurlu kalplerine gizli olmaya ki; 990 [1582]
tarihine gelinceye kadar reaya[4] fukarasından her bir nefer başına kırkar
akçe ve ellişer akçe cizye, kırkar akçe hane-i avarız[5] ve iki koyundan bir akça koyun vergisi alınır, fazlası alınmazdı.” [6]
Ancak giderek büyüyen Osmanlı, doğal olarak
askeriyesini de büyütmüştü. Neredeyse her imparatorluğun er geç yaşadığı sorun
olan, aşırı büyümeden kaynaklı otorite bozukluğu doğmuştu. Gereğinden fazla ve
yetkinlikten uzak kişilerin askeriyeye alınması sonucu, maaş sıkıntısı
belirmişti. Maaşı dengelemek için de halktan alınan vergiler de hayli
artmıştı:
“Evvelce ev başına kırkar, ellişer akçe cizye
alınırken şimdi yalnız miri[7] için her bir neferden ikişer yüz kırkar
akçe, her hane-i avarızdan üçer yüz akçe ve her koyun başına bir akçe tayin
olundu (alındı).”
Tabii ki halk bu duruma kayıtsız kalamazdı, kalmıyordu
da. Özellikle Celali isyanları[8] ile tepkiler ortaya konuluyordu. Koçi Bey
de buna dikkat çekerek, eğer “reaya fukarasına” yapılan bu zulüm sona ermezse,
kıyamet gününde bizzat padişahlardan hesap sorulacağını şu sözlerle vurguluyordu:
“İslam topraklarından bir memlekette bir kimseye zerre
kadar zulüm yapılsa kıyamet gününde hükümdarlardan sorulur, vekillerinden
sorulmaz. Ben onlara sipariş ettim demek, alemlerin Rabbinin huzurunda cevap
olmaz. Zulüm görenlerin ahı hanedanları harap eder.”[9]
IV. Murad gibi son derece otoriter bir padişaha böyle
vurgulu ve son derece doğru sözleri yazabilen bir dehanın olması, başlı başına
bir övünç sebebi olmalıdır. Hem IV. Murad, hem Koçi Bey ile. Koçi Bey
gerçekleri “halı altına süpürmeyip” padişaha açıklıkla anlatmıştır, IV. Murad
ise büyük bir olgunlukla bunları kabul edip, devleti düzeltme yolunda emek
sarfetmiştir. Koçi Bey bu sözlerinin ardından şu notu düşmeyi de ihmal etmez:
“Bu dediğim sözler benim sözlerim değildir, ulemanın
ve şeyhlerin sözleridir. İnanılmazsa onlara sorula. Ahval böyledir.”
Diplomatik zekâ bu olsa gerek…
Koçi Bey, vergilerin halk için dayanılmaz hale
gelmesini de ulufeli kul taifesinin (ordu ve bürokrasinin aldığı maaş)
artışında görüyordu. Neferlerin sayıları şu tabloyla gözler önüne serilmişti:
1631’deki
Sayı
|
1574’deki
Sayı
|
Neferler
|
463
|
124
|
Dergah-ı Mualla Mütefferikaları
|
38
|
40
|
Çaşnigirler [sofracılar] Cemaati
|
16
|
4
|
Defter-i Hakani Kâtipleri
|
44
|
31
|
Divan-ı Hümayun Kâtipleri
|
118
|
51
|
Hazine-i Amire Katipleri ve Şakirtleri
|
45
|
17
|
Ahkam-ı Maliye Katipleri ve Mühaşere-haranlar
|
17
|
10
|
Birun Hazinedarları
|
932
|
290
|
Dergah-ı Ali Çavuşları
|
1832
|
356
|
Dergah-ı Ali Kapıcıları Cemaati
|
7000
|
2210
|
Ebna-ı Sipahiyan [yeniçeri süvarileri]
|
2500
|
2127
|
Silahdaran Cemaati
|
2000
|
400
|
Ulufeciyan-ı Yemin [sağ ulufeciler] Cemaati
|
1400
|
407
|
Ulufeciyan-ı Yesar [sol ulufecier] Cemaati
|
900
|
406
|
Gureba-i Yemin [sağ garipler] Cemaati
|
905
|
407
|
Gureba-i Yesar [sol garipler] Cemaati
|
4246
|
4396
|
Istabl-ı Amire [saray ahırı] Cemaati
|
46113
|
13599
|
Yeniçeriler, Sekbanlar, Piyadeler, Zağarcılar
Cemaati
|
9200
|
7495
|
İstanbul, Edirne, Gelibolu ve Saray Bahçelerindeki
Acemi Oğlanlar Cemaati
|
4246
|
489
|
Mutfak ve Kiler Cemaati
|
5978
|
625
|
Cebeciler Cemaati
|
1452
|
1099
|
Topçular Cemaati
|
591
|
400
|
Top Arabacıları Cemaati
|
715
|
229
|
Mehteran-ı Hayme [çadırcılar] Cemaati
|
226
|
158
|
Mehteran-ı Alem [saltanat sancaktarları] Cemaati
|
115
|
115
|
Teberdaran [baltacılar] Cemaati
|
61
|
27
|
Peykler [haberciler] Cemaati
|
35
|
18
|
Sakalar Cemaati
|
15
|
6
|
Hassa Müezzinleri Cemaati
|
923
|
537
|
Ehl-i Hiref [zanaatkârlar] Cemaati
|
54
|
54
|
Suyolcular Cemaati
|
36
|
26
|
Tabipler ve Cerrahlar Cemaati
|
92216
|
35153
|
TOPLAM SAYI
|
Kaynak[10]
Tabloda da çok açıkça görüldüğü üzere, 1574’ten,
1631’e inanılmaz bir değişim söz konusuydu. Devletin merkezini oluşturan bu
görevliler yaklaşık 2.5 kat büyümüşlerdi. Maaşların ödenmesi büyük bir sorun
teşkil ediyordu, Koçi Bey de bu tespitini şöyle dile getiriyordu:
“Bu denli kula mevacib[11] mi
yetişir?”
Nitekim yetişmiyordu da. Osmanlı hazinesi bilindiği
gibi savaşlara dayanıyordu, ganimetler hayati derecede önemliydi. Kazanılan
savaşlar da azaldığında, hazinede sorunlar ortaya çıkıyordu. Bu neferlerin
sayısının artması da, devşirmeyle ters düşen “kuloğlu”, “veledeş”[12] gibi haksız ve adam kayırmaya yönelik
hareketlerle olmuştu. Eğer tedbir alınmazsa olacaklar şöyle açıklanıyordu:
“Bundan sonra bir tedbir alınmazsa, zeamet ve tımarlar
erbabına verilmezse bu derme çatma asker ile din ve devlete layık bir hizmet
görülemez, bir iş tamamlanamaz.”[13]
Tedbirin de nasıl alınacağı şöyle beyan edilmişti:
“Evvela altı bölük halkı için sonradan oluşturulan
usuller kaldırılıp, kadim kanundan yüz çevrilmeye. Evvelden olsun, veledeş adı
ile olsun hiç kimseye asla bölüğe girme hakkı verilmeye. Yedi yılda bir harem-i
hümayunun veya yeniçeri ocağının ve diğer ocakların, kanuna uygun olarak bölüğe
çıkmaları (ocağa alınmaları) gerektiğinde ölenler kadar çıkarıla, fazla olmaya.
Ne kadar nefer çıkarsa, ağalarından o kadar ölü istenile. İsyan edişleri veya
başka sebeplerle ulufesi kesilenler tekrar düzeltilmeye. Zabitler sebepsiz yere
azlolunmaya.[14]
Yeniçeri teşkilatındaki ana bozulma da, değişmez
kuralların ufak tavizlerle değiştirilmesinden kaynaklanıyordu. Basit bir
örnekle şöyle belirtilmişti risalede:
“Yedi yılda bir yeniçeri kapısı olur, ölenlerin yerine
on beş, yirmi çuhalı eski oğlan kapıya çıkardı[15];
fazla bir oğlan bile çıkmazdı. Yeniçeri taifesi genellikle erginler olup, hepsi
odalarında (kışlalarında) mevcuttu. İstanbul dışında bir tek yeniçeri olmazdı.
Sefere gelmemekten veya eşkıyalık yüzünden birinin ulufesi (maaşı) kesilirse
bundan sonra düzeltilme ihtimali olmazdı.”[16]
Ancak devlet durağan hale geldiğinde, bu kurallar
unutulmaya yüz tutmuştu. Artık Osmanlı’nın kadim kurallarının yerini
disiplinsizlik almaya başlıyordu. Koçi Bey de üstüne basa basa bunu
anlatıyordu.
Büyük bir geminin su almaya başlamasının fark edilmesi,
bir kayığa göre çok daha geç olur. İşte bu yüzden de Osmanlı’nın en şaşalı
dönemlerindeki bazı eksiklikler fark edilmiyordu. Pek alışılmadık bir şekilde,
Koçi Bey de bunu anlayıp, IV. Murad’a şöyle söylüyordu:
“…merhum ve mağfur Sultan Süleyman Han’ın mübarek
zamanlarında alemin bozulmasına sebep olan maddelerin ilki budur: Bizzat
divanda bulunmayı kaldırdı. Bu yüzden de giderek, değil kılıç erbabı, beyler ve
beylerbeyiler bile padişah tarafından tanınmaz oldu.”[17] (Burada Koçi Bey'in Fatih Sultan Mehmet döneminde kaldırılan "divana başkanlık eden padişah" geleneğini Sultan Süleyman döneminde ele almasının nedeni konusunda ne yazık ki bir açıklama bulamadım ancak yine de bu uygulamaya yaptığı eleştiriyi Sultan Süleyman dönemine götürmesi dikkate değerdir.)
Fatih Sultan Mehmet'e kadar gelen
padişahlar divanda hazır bulunurdu, halkın şikayetlerini bizzat kendileri
dinlerdi. Fakat Fatih Sultan Mehmet bu hususu değiştirdi, divanın başkanını vezir-i
azam olarak tayin etti. Bazı divan-ı hümayunlarda da gizli bir hücreden divanı
dinliyordu. Fakat Koçi Bey’e göre divana başkanlık edilmemesi, padişahın halkla
ve bürokratlarla arasındaki ilişkiyi zedelemişti. Bir başka sorunsa padişahın
has haremlerinin hademelerinden silahdarı İbrahim Paşa (Pargalı İbrahim Paşa)
beklenmedi bir şekilde sadrazam olmuştu. Bunun ardından da padişahlar
kendilerine yakın gördüklerini sadrazam yapmaya başladılar.[18] Bu olayı bir kişinin terfisinden değil, bir geleneğin bozulmasından dolayı tenkit etmektedir zira devlet yönetiminde geleneği bozan en ufak bir hareket, o zamanın geleneğini yıkar ve kendisi bir gelenek haline gelir. Böylece devletin omurgasını teşkil eden eski gelenekler çöküntüye uğrar.
Sultan Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultan'ın Rüstem Paşa ile evlendirilip, Rüstem Paşa'ya vezir-i azamlık görevinin verilmesi de Koçi Bey'in eleştirisinden nasibini almıştı. Ona göre Rüstem Paşa'ya verilen köyler, ufak bir devletin (risalede bu ifade "Tavaif-i Mülük şeklinde tanımlanmıştır) hazinesi olmaya yeterliydi. Yine Rüstem Paşa'ya eleştiride bulunurken, bu döneme ait önemli bir eleştirisini Sultan Süleyman'a yapıyordu. Askerin kuvvetini ve hazinesinin büyüklüğünü gören padişah, süs ve şöhretini arttırmıştı. Vezirlik makamı ve halk da padişahı örnek alıp, süse ve şöhrete büyük önem verir olmuşlardı. "Halk, hükümdarın dinindedir." Sözünü de ekliyor ve bunun büyük bir yanlış olduğunu vurguluyordu.
Osmanlı kendi içinde debelenip dururken, diğer devletler
Osmanlı’nın en şaşalı dönemlerindeki devlet çarkının nasıl işlediğine bakıp,
örnek alıyorlardı. Koçi Bey bu konuya da dikkat çekiyordu, örneğin Şah Abbas
(Safevi hükümdarı) Osmanlı’yı örnek alarak topraklarını düzenlemişti. Devletin
işleyişinin bir zincir gibi birbirine bağlı olduğunu söylüyordu:
“Velhasıl, saltanat-ı aliyyenin (Osmanlı’nın) şevket
ve kuvveti asker ile, askerin ayakta durması hazine ile, hazinenin toplanması
reaya ile, reayanın ayakta durması adalet ve doğrulukladır.” [17]
Ona göre adaletin, ilmin ve düzenin temsilcisi olan
şeyhülislamlar dahi azledilme korkusu içinde doğruluklarını söyleyemez olmuştu.
Ulema sınıfı acınası haldeydi:
“Kazaskerlerin de sık sık azlolunması yüzünden bu
makama gelenler azledilme korkusuna düştüler, devlet vekillerine dost gibi
görünmeye muhtaç kaldılar, huzur-ı hümayun’da hak sözü söyleyemez oldular ve
herkesin hatrını hoş etmeye önem verir oldular.”[18]
Her işe hatrın karışmasıyla, en bilgilinin değil, en
yaşlının söz sahibi olması da büyük bir yanlıştı. Çok iyi bir örnekle
açıklanmıştı bu durum:
“İmamlıkta bile daha iyi bilen daha yaşlının önüne
geçer. Yaşlı ile genç, bilgi ve marifette eşit olunca yaşlının öne geçirilmesi
daha doğrudur. Ama bilgi ve marifetten payını almamış ise bin yaşında bile olsa
Allah’ın kullarına faydası olmaz ve doğruyu yalandan ayırmaya kadir olmaz.”[19]
***
Padişahın ve sadrazamın arasına başka birinin girmesi
felaket doğuruyordu. Kuvvetli padişahlar döneminde bu yoktu ancak daha
dirayetsiz padişahların başa gelmesiyle, iftiralarla sadrazamlar öldürüldü.
Böylece padişahın gölgesi sadrazamlar da doğruyu söyleyemez hale geldiler.
Vezir-i azamlar da yetkinlikten uzak kimseler olmaya başladılar. Birçok konuda
hata yapmaya başladılar. Tımar konusunda da sadrazamın hatalarına dikkat
çekiyordu Koçi Bey:
“Var olan mahlul arazileri Asitane-i Saadet’ten
(payitaht, İstanbul) vezir-i azam dağıtıp vermektedir; çünkü beylerbeyiler
ehliyetsize verdiklerinde, ehliyetli olanlar, divan-ı hümayuna gelip şikayet
ederlerdi. Fakat vezir-i azam olanlar, ehliyetsizlere verince hak sahibi
olanlar kime varıp şikayet etsinler?”[20]
Bütün bu iç karartıcı maddelerin çözümleriyle beraber
de açıklamasını yapmıştı Koçi Bey. Fakat satır arasında genel olarak şöyle bir
tavsiyede bulunuyordu:
“Nasihat ile kul zapt olunmaz ve iltifat ile
düzeltilmesi mümkün olmaz. Bu asrın kulu öyle bir kuldur (askerdir) ki aydan
aya bütün ulufeleri peşin verilse, her birinin bütün levazım ve mühimmatı
devlet hazinesi tarafından görülse; her biri çeşit çeşit iyiliklere boğulsa;
bütün ulema ve şeyhler bir yere gelip bunlara nasihat eyleyip öğütler verseler,
her birini bin nasihat ile itaat yoluna yöneltilseler ve “İslam padişanının
emrine aykırı hareket etmek, din ve nikaha zarardıe” deseler, birinin de
kulağına girmez ve zerre kadar faydası olmaz.
Velhasıl insanoğlu kahr ile zapt olunur, yumuşaklıkla
olmaz…”[21]
Peki, bu yazıların bir faydası oldu mu?
Fikrimce, bu yazılar IV. Murad’ın kafasındaki zaten
oluşmuş olan ıslahat fikirlerine adeta bir temel olmuştu. Hatta Bağdat’ın fethi
konusunda Koçi Bey’in yazdığı şu satırlar, “Bağdat Fatihi” diye anılan IV.
Murad’a çok büyük derecede tesir etmiştir diye düşünüyorum:
“Acem şahı dahi evvelce nice eyaletler almasının
dışında, Bağdat gibi sağlam bir kaleyi bile elimizden alıp, imamımız ve
dinimizin öncüsü Hazreti İmam-ı Azam Ebu Hanife mükerreminin nurlu mezarını
zapt edip, nice ihanetler eyledi. Bunca zamandır üzerine seferler olundu ve
hesapsız beytülmal (hazine, para) telef oldu; ama asla faydalı olmayıp, elinden
iki evli bir köy bile alınamadı. Bu asrın askeriyle alınma ihtimali de yoktur.
Meğer padişah kendi gide ve lütfa uğraya.”[22]
Yine faydası olmuş ola ki, yazının başında da dediğim
gibi IV. Murad’ın ardından tahta çıkan I. İbrahim de Koçi Bey’den bir risale
daha istemiştir.
Koçi Bey, Osmanlı için 17. Asrın şüphesiz önemli
simalarından biridir. IV. Murad gibi dirayetli, entelektüel ve güçlü bir padişahın
ortaya çıkışında da önemli bir rol oynadığı söylenebilir.
Yazı burada sona eriyor, umarım zevk alarak
okumuşsunuzdur. Uzun bir yazı oldu, kusura bakmayın, bir başka yazıda tekrar
görüşmek üzere. Hoşça kalın!
Kaynakça:
Seda Çakmakcıoğlu, Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2008
Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye, sf. 213
Ömer Faruk Akün, “Koçi Bey”, DİA,
C.26, Ankara 2002, s.143
İlber Ortaylı, İstanbul'dan Sayfalar, Hil Yayınları, s. 57.
______
[1] Ömer Faruk Akün, “Koçi Bey”, DİA,
C.26, Ankara 2002, s.143
[2] İlber Ortaylı, İstanbul'dan Sayfalar, Hil Yayınları, s. 57.
[3] Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye, sf. 213
[4] Reaya: Vergi veren halk, tebaa.
[5] Hane-i Avarız: Gerçek hane ile ilgisi yoktur. Hane, genel olarak ev
demektir. Avarız hanesi ise, 3, 5, 7, 10, 15 evden oluşan bir vergi birimidir.
[6] Seda Çakmakcıoğlu, Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2008,
Sayfa 62
[7] Miri: Devlete ait olan topraklar, ekilip biçilmesi karşılığında çeşitli
kişilere bırakılırdı.
[8] Celali isyanları: İlk olarak Yavuz Sultan Selim döneminde çıkan, sonradan
Anadolu’da çıkan ayaklanmalara genel olarak verilen isimdir.
[9] Seda Çakmakcıoğlu, Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2008,
Sayfa 63
[10] Seda Çakmakcıoğlu, Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2008,
Sayfa 55-56
[11] Mevacib: Kapıkulu askerlerine üç ayda bir verilen maaş, ulufe.
[12] Ocaklardan birinde görevli olan birinin, oğlunu da ocağa yazdırması.
[13] Seda Çakmakcıoğlu, Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2008,
Sayfa 44
[14] Seda Çakmakcıoğlu, Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2008,
Sayfa 90
[15] Kapıya çıkmak: Acemi oğlanlarınbelirli zamanlarda yeniçeri ocağına
geçirilmeleri
[16] Seda Çakmakcıoğlu, Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2008,
Sayfa 39
[17] Seda Çakmakcıoğlu, Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2008,
Sayfa 66
[18] Seda Çakmakcıoğlu, Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2008,
Sayfa 48
[19] Seda Çakmakcıoğlu, Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2008,
Sayfa 49
[20] Seda Çakmakcıoğlu, Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2008,
Sayfa 53
[21] Seda Çakmakcıoğlu, Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2008,
Sayfa 67