Dijital Mürekkep
Kısa öyküler ve bazı görüşler.
17 Mart 2023 Cuma
Akıl
24 Temmuz 2022 Pazar
Altmış Beş
Oturduğu
yerden insanlığı izliyordu, sanki çoktan ölmüş, geride kalanların ne yaptığını
seyredip iç geçiriyor gibiydi. Geçmişi hatırlatan bir şarkı eşlik ediyordu
kendisine, bu şarkıyı yine hüzünlü olduğu zamanlarda dinlerdi ama o zamanları
özlüyordu. Sanki hüznü daha kıymetliydi o zamanlar, o zamanların acısını
düşündükçe mutlu oluyordu, acı çekmeyi seviyordu bir anlığına.
Farkında
olmadan süzdüğü insanlar bazen “Niye bana bakıyorsun?” der gibi cevap veriyordu
ona, hafif bir utanç kaplıyordu içini ve bir anlığına acısını kapatıyordu bu
utanç. “Utanç, acıyı perdeler.” diye bir aforizma uydurdu, belki ikinci sınıf
bir aforizma kitabının kapağını süsler umuduyla.
Karşısı
boştu, solu ve sağı gibi. En son biriyle oturduğunda henüz saçlarını yeni
kestirmişti, şimdiyse neredeyse ensesinden aşağı süzülüyordu. İnsanlar öyle
değildi, hep birlikteydiler ve bir an bile susmayı günah sayıyorlardı. O ise bu
inanç için fazlasıyla günahkardı.
İçinde
imrenmek mi vardı, kıskançlık mı emin değildi. Sevgilileriyle gelenler vardı
kafeye, biriyle hayatını paylaşmayalı birkaç yıl olmuştu. Bir anlığına onlar
için seviniyor, sonra da yaşayamadığı bu mutluluk için kendini suçluyordu.
Hayatının kontrolünü kaybetmediği günler kaçırdığı fırsatlardan biriydi bu da. Yirmi
altı yaşında teşhisi konulan hastalığından sonra hayatındaki herkesi çıkarmış,
yerlerine kimseyi almamıştı. Herkesi kendisinden peyderpey uzaklaştırmış, bir
başına kalmıştı.
Kapıdan
hayli yaşlı bir çift girdi, şaşırmıştı bu görüntüye, kafedeki en yaşlı insan o
değildi artık. El eleydiler, sanki yeni sevgili olan iki genç gibi görünüyorlardı.
Güldü, çocukken böyle bir ilişkisi olacağından emindi, “Birlikte dünyayı gezeceğim.”,
“Çocuklarımla arkadaş gibi olacağım.” gibi hayalleri vardı bir zamanlar. Sanki
bu hayalleri kurduğu günleri hiç yaşamamış gibiydi, öyle uzak geliyordu ki ona
bu düşünceler, okuduğu iç karartıcı kitapların bir karakteri olmuş çıkmıştı.
Ama sebebi vardı, kader ona bir hastalık bahşetmişti ve elinde başka bir
seçeneği yoktu.
Yaşlı çift
kahkahalarla gülüyordu, Behçet de adamın artık iyiden iyiye sararmış dişlerine
bakıp gülümsedi. Belki altmış beş yıldır ağzındaydı bu dişler, “Belli ki eşi
onu o kadar çok seviyor ki, dişlerini fırçalama gereksinimi bile duymamış adam.”
diye düşündü. Güldü düşündüğüne, bu tespiti de pekâlâ ikinci sınıf bir romana
ilk sıradan girerdi. Yazar olma hayali suya düşeli belki on beş yıl olmuştu. “Su”,
Behçet’in hayalleriyle doluydu.
Şarkı
değişti, yeni çalan şarkı içinde halen heyecan varken dinlediği şarkılardandı. Yumruğunu sıktı, mutsuzluğu vücudunu kaplamıştı çoktan. Kafedeki her görüntü hayalini
kurduğu görüntülerdi, mutsuz olan birilerini aradı ama nafile.
“Yapacak bir
şey yok. Başka seçeneğim yoktu.” dedi, sesi kısıktı, kimsenin duymasını
istemiyordu bu hali. Gözlerini kapattı, görmek ve daha da ötesinde, görülmek istemiyordu.
“Her şey
bitti.” diyordu şarkıdaki adam, sesi tahammül edilemez bir tebessüm içeriyordu.
Her şeyin bitmesinin verdiği rahatlık her zerresiyle hissediliyordu.
Yaşlı çift
halen gülüyordu.
10 Temmuz 2022 Pazar
Gordion Düğümü
"Tam yedi saat oldu kardeşim, yedi saat! Bin tane adam geçti önüme. Biz eşek miyiz de sıra bekliyoruz hala?"
Sinirden kulakları yanıyordu ve bu haldeyken böyle uzun bir cümleyi tek seferde kurabildiğine inanamıyordu. Tam yedi saattir kulaklığı kulağındaydı ve tam yedi saattir opera dinliyordu. Eğer bu ani çıkışı yapmasaydı, sanki bestelenmiş bütün opera eserlerini dinleyecek gibiydi. "Eşek" dediğine pişman oldu, onun gibi bir "beyefendi"den böyle bir kelime çıkmamalıydı. 60 yıllık takım elbisesine iliştirdiği kırmızı mendili düzeltti, üstünde toz varmışçasına silkindi. O "Burhan Bey"di, böyle laflarla kirlenmemeliydi.
"Evet kardeşim, eşeksin!" cevabını duyduğunda, bu sefer bütün bir vücudu alev alır gibi oldu. Az önceki "Burhan Bey" uçup gitmişti.
"Ne diyorsun ulan sen?" diye bağırdı, yumruğunu sıktı. Öyle sıkı kapatmıştı ki elini, bu eli çözebilen, Gordion düğümü misali, bütün bir Asya'ya hakim olurdu. "Ulan" dediğine pişman oldu bu sefer.
"Eşeksin işte, yedi saat beklenir mi? Bak ben on beş dakika önce geldim, benim işi hallediyorlar içeride."
Gülüyordu. İşin kötüsü, bu gülüş, sigara içmekten sarının en koyu tonuna ulaşan dişlerinin arzıendamına sebep olmuştu.
"Siz beni çıldırtacak mısınız?" diye haykırdı, çaresizdi. Sesli bir biçimde saymaya başladı.
"1, 2, 3, 4, 5, 6, 7..."
"Ne sayıyorsun? Sakinleşme zımbırtısı mı?"
"Sus be adam, sus!"
Sustu adam. Burhan Bey şaşırmıştı. Fısıldayarak saydırmaya devam ediyordu.
"Kültürsüz herifler... Sizi İstanbul'a doldurdular, işimizi halledemez olduk!"
"Istanbul" diye düzeltti sonradan kendini. 7 göbek Istanbulluydu.
"Nereden de geldik... Ama aptallık bende. Sen en son bankaya geldiğinde yıl 72'ydi. Göndersene birini. Eşşek herif!"
Birkaç dakika geçti, halen ismini söyleyen yoktu.
"Numaran kaç senin dayı?" diye seslendi az önceki adam.
Durdu. Önce "dayı" hitabına takıldı.
"İstanbul... Sen bunlara layık mıydın be İstanbul!" diye söylendi kendi kendine, anlaşılan yıllar içinde Istanbul, İstanbul olmuştu.
Sonra cümleyi analiz etmeye başladı, "numara" demişti bu sonradan İstanbullu. Sordu.
"Numara?"
"Numara almadın mı dayı sen?"
"Ne numarası?"
"Dayı sen sarhoş musun? Kalk git, numaranı al. Millete de bağırma sonra."
"E ben... Girişte ismimi söyledim, okuyacaklardı diye bekledim."
"Okudular mı?" diye sordu, sapsarı dişlerini cihanın dört bir yanına göstermek istercesine.
Başını öne eğdi Burhan Bey. Anlaşılan, İstanbul iyiden iyiye değişmişti. Onun döneminde isim söylenir, sıraya girilirdi. Okunmadan önce "İsmim niye okunmadı?" diyen "Istanbul"luluktan azledilirdi.
Az önce neredeyse kavga edeceği adam gitti numara almaya, geldiğinde bu sefer yüzünde belli belirsiz bir acıma vardı. Kağıdı uzattı, numaranın olduğu kağıdı.
"1972..." diye fısıldadı bizimki. Ekrana baktı sonra, 1913'tü henüz.
"Sağ olasın evladım." diye fısıldadı bu sefer, kendisi bile duymadı.
28 Haziran 2022 Salı
Karanlık
Işıklar kapandı.
Işığın yokluğu anıların varlığını doğurmuştu.
Doğrulması lazımdı, hiç olmadığı kadar hem de. Yıllardır bir köşede saklı tuttuğu her şey yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyordu.
Kalkmaya çalıştı ama bacakları onu taşıyamayacak kadar güçsüzdü.
Elleriyle saçlarını dağıttı.
Pişmandı.
Elleriyle saç diplerini kazımaya başladı. Elinde olsa saç
derisini olduğu gibi kaldırırdı.
Korkuyordu.
Hışırtılar duymaya başladı, bir perdenin sürüklenme sesi.
Olanlara ve olmayanlara anlam vermeye çalışırken, gözünün önünde uçuşan toz zerreciklerini teneffüs etti. Boğazından geçen envaiçeşit zerrecik yüzünden öksürürken halen nefes aldığını fark etmişti. Bundan mutlu muydu? Emin değildi.
Eliyle etrafı yokladı, tutunabilecek kimse yoktu. Gözlerini ovuşturmaya başladı, bir ışık görmek için her şeyini feda ederdi.
“Kör mü oldum?” diye düşündü bir an, sonra bunun ihtimal dahilinde olmadığını anladı. Hala gözünün önünde bir şeyler uçuşuyordu, solucanı andıran saydam
kıvrımlar… “İsmi ne acaba bu olayın?” diye aklından geçirdi, sonra bunun şu
anda mümkün olan en önemsiz soru olduğuna karar verdi.
Sesler duymaya başladı, bu sefer insan sesiydi duyduğu.
“Hazır mıyız?” diye bağırıyordu birileri.
“Neye hazır mıyım?” diye haykırdı içinden ama sesi çıkmadı.
Pişmanlıklarıyla yüzleşiyordu o sıra. Karanlık serbest çağrışım mı yapmıştı
bilinmez ama bütün karanlıkları yanı başındaydı şimdi.
“Yirmi saniye.”
“Yirmi ne demek?” diye fısıldadı içinden, yine duyan olmadı. Panik içindeydi ve hiç doğmamayı diledi bir anda, sonra güzel anları aklına geldi. Yaşamla olan ilişkisi bir aşk-nefret ilişkisiydi. Yaşamayı çok seviyordu beklenenin aksine. Ama yaşayamıyordu işte, yaşamasına izin verilmiyordu.
“On beş.”
“On”
“Beş”
“Dört”
“Ne olacaksa olsun!” dedi, bu sefer sesli bir biçimde. Korkuyordu,
hem de deli gibi ama dili farklı söylüyordu. Kendi kendini kandırmaya
çalışıyordu, başarısız olacağını bile bile.
“Üç”
“İki”
“Bir”
“Başlıyoruz!”
Sürgü sesi duydu tekrar.
Işıklar açıldı.
Karşısında dört yüz elli altı kişi vardı şimdi, az önceki
karanlıkta seçilemeyen dört yüz elli altı kişi.
Perde açılmıştı ve her şey anlamlıydı artık.
Hareketsiz kaldı birkaç on saniye, repliğini hatırlamaya
çalıştı.
“Hayatta hiçbir şey önemli değildir.” diye fısıldadı suflör.
“Hayatta hiçbir şey önemli değildir.” diye tekrar etti oyuncu.
Gülümsedi. Az önce kazıdığı saç dipleri sızlıyordu.
Bütün bir salon, böylesine önemli bir sözden önce beklenen
birkaç on saniyeyi “iyi oyunculuğa” bağlamıştı.
Uzaklara baktı oyuncu, anılarını bir kenara gömdü tekrar.
Alkışlar onu uyuşturuyordu, her insana olduğu kadar.
28.06.2022 02.00
20 Haziran 2022 Pazartesi
Görecelilik
İnsan ilişkileri için bu kadar çaba harcamanın gerekmediği çağlardaydık o zamanlar. Halen tekerlek denen şey icat olunmamıştı ve insanoğlu ayaklarından başka hiçbir şeye güvenemiyordu henüz, tabii yolda ayağını boydan boya saran yara bereden enfeksiyon kapıp ölmezse.
Yıllar geçtikçe daha da zorlaştı insanlarla iletişim kurmak, diller bir çınarı andırırcasına büyürken konuşulanlar gittikçe azalıyordu. Telefonlar veya birbirinden iyi tasarlanmış sosyal medya siteleri değildi bunun sebebi, bizzat insan doğasıyla ilgiliydi. İnsan, insanla ancak zorunda kaldığı zamanlar iletişim kurardı, ne zaman ki bu zaruret ortadan kalktı; insanın karakteri de açığa çıktı.Mehmet eğer ilk çağlarda yaşasa hiç susmazdı belki. Minibüste telefondan başını kaldırmayan bu adam, orta çağda bir şövalye edasıyla takılırdı bir ihtimal, belki de ölü doğar, tutulduğu veba illeti kimseye bulaşmasın diye yakılarak göğe yükselirdi. Belki Fransız ihtilalinde sokağa dökülen heyecanlı kalabalığın arasında ezilir giderdi, belki de Robespierre'in silah arkadaşlığını yapar, devrimden sonra giyotinle ödüllendirilirdi. Kim bilir?
Şikâyet ederdi hep Mehmet, hiçbir zaman anlaşıldığını hissedememişti zira. 30 yaşına bastığı gün doğum günü pastasına mumları kendi dizmiş, bakkaldan beş liraya aldığı çakmakla mumlarını dahi kendisi yakmıştı. Tabii tek kişi olması pastanın paylaştırılması konusunda bir kolaylık sağlamıştı, çatalla dalıvermişti kötü çikolataya boğulmuş merdiven altı bir pastane pastasına.
İnsanlar artık en kolay şeylerde bile anlaşamaz hale gelmişti o dönemlerde. Her insan etrafını çepeçevre saran bir duvarla korunuyordu, bu duvara saldırı mahiyetinde bir laf gelmeyegörsün, hemen mızraklar çekilir ve amansız bir savaşa tutulurdu herkes. Kazanan var mıydı veya bu savaş kazanılır mıydı, o konular halen tabuydu.
Mehmet'in en yakın arkadaşı Salim, ilk çağlarda da bir baltaya sap olamazdı. En son kirli parmaklarıyla karıştırdığı burnundan çıkardığı bir nevi organizmayı top yapıp fırlatmakla meşguldü. O da şikayetçiydi bu iletişimsizlikten, "insanoğlu çiğdir, çiğ." aforizmalarıyla sağa sola rastgele ateş açardı. Hayatta ezkaza tanıştığı Mehmet dışında anlaşabildiği bir kişi bile yoktu, tabii ona da anlaşmak denirse.
Bu çağ bir garipti. Romantize edilen geçmişin aksine bu çağ romantize edilmekten hayli uzaktı henüz, diğer her çağın da başına gelen şey bu değil miydi? Aradan yüz, yüz elli sene geçince bu çağı da romantize eden romantikler peyda olurdu tabii, şüphe yoktu buna. Geçmiş, tatlı bir esintiyle insanın yüzüne vurduğu her an, yakıcı bir niteliğe de kavuşurdu. Sanki her çağda farklı boyutlarla sergilenen kötülükler, kan, ter ve gözyaşları hiç yaşanmamış gibi telakki edilir, bir oyun parkı manzarası çizilirdi. Gerçek ve daha da ötesinde zaman denen şey göreceliydi.
Mehmet -laf aramızda kalsın ama- çok çekilmez bir adamdı. Hatta bir sır daha vereyim, zamanın göreceliliği Mehmet için pek geçerli değildi. O ilk çağda da çekilmezdi, orta çağda da, yakın ve şimdiye çok uzak çağlarda da. Mehmet, bizim Mehmet’ti işte. Hepsi bu.
İletişimsizlik diye uydurduğu şey de diğer insanların mütemadiyen giriştiği bir kaçıştan başka bir şey değildi. O “iletişmek”ten rahatsızdı, kendisinden karşı tarafa ileteceği bir şey yoktu, karşıdan ona iletilecek şeyler de rahatsızlık kaynağından başka bir şey olamazdı.
Dedim ya... Mehmet, Mehmet’ti işte. İsmi kadar çok rastlanırdı kendisine.
7 Haziran 2022 Salı
faraş
sabahı süpürüyordu çöpçüler,
bütün umutları,
öyle hoyrattılar ki,
sanki hiç hayal kurmamış gibilerdi ömürlerinde,
her şeyi topladılar,
izmaritler, plastik bardaklar ve çekirdek çöpleri.
tertemiz ettiler sokakları,
henüz hiç günah işlenmemişti bugün.
ne bir dedikoduya karışmıştı şehir,
ne de hiç gerçekleşmeyecek hayaller satılmıştı çocuklara.
ben...
ben uykudaydım bütün bunlar olurken,
söylememişti kimse bana, umutların süpürüleceğini,
ve bundan mıdır bilinmez,
ağrıyla uyandım, sanki faraşla terbiye edilmişim gibi.
giyindim alelacele,
şehre karıştım,
ama ne o abidevi şehir kabul etti beni,
ne de ben ait hissedebildim kendimi ona.
meğer yalan söylemiş şair,
"bu şehir ardından gelecek" diye,
ne bir şehir var ardımda, ne de bir umut.
şimdi hepsi geri dönüşümde.
7.6.22 / 11.59-12.28
son düzenleme: 8.6.22 02.18
5 Haziran 2022 Pazar
Çay-Kahve Enteli
8 Ocak 2022 - 5 Haziran 2022
Elindeki kitabı bir kenara
bıraktı, gözlüğünü de öyle. Kitap okumadığı zamanlarda bulanık görmek istiyordu
dünyayı, elli üç yıldır net bir şekilde gördüğü şeyler onu tatmin etmediğinden
midir bilinmez, uzun bir zamandır yalnızca kitaplarla hemhal olmaktan mutluluk
duyuyordu. Çeşitli filozofların kitaplarında gördüğü -genellikle- iç karartıcı
cümleler ona kendi yaşadığı travmaları bir nebze unutturuyordu, bu da
filozoflarla imzaladığı karlı bir anlaşmaydı. Bir yandan da kendini filozof
gibi hissettiriyordu bu acılar, “O büyük insanlar gibi acı çekiyorum ben de.”
diyordu, kimse duymadan.
Etrafına baktı. Saat
19.20’ydi. Yarım saat sıra bekleyip nihayet oturduğunda bütün masalar doluydu,
gelen yer olmadığını görüyor, üzgün üzgün kapıdan dönüyordu. Ancak o geldiğinden
beri yeni bir müşteri gelmediği gibi, oturanlar da bir bir kalkmaya başlamıştı.
“İçtiğin su kurur, gittiğin yerde ot biter.” diyen eski eşini hatırladı ve güldü. "Ot biter"i yanlış kullanırdı hep ama hiç söyleyememişti buna onu. Üç yıllık evliliğinin bitmesine sebep olan olayları aklına getirdi bir bir. O
zaman için dünyanın en önemli meseleleriydi onlar, hayatta daha büyük bir öneme
sahip hiçbir olay yoktu. Yıllar geçti ve şimdi geçmişe dönüp baktığında hepsi
tatlı birer anıdan ibaretti ve eski önemini yitirmişti, her şey gibi. Yine de
sordu kendine, şimdi yine gelse otuz yıl önce ayrıldığı eşi, yine dener miydi
tekrardan, hiçbir şey olmamış gibi? “Şüphesiz!” diye cevapladı hemen,
tutarsızdı belki ama hep “İnsan tutarsızdır.” derdi zaten. Normalde hiçbir
olayı sineye çekemez, çektiğini düşünse de unutamazdı. Ama o gelse, her şey
yaşanmamış gibi kabul edilirdi artık. “Geçmişte yaşadığım dolu dolu hisleri mi
özlüyorum yoksa gerçekten de onu mu?” diye sordu kendine, “Ne fark eder?” diye
cevapladı. Okuduğu romanlardan birindeymiş gibi hissediyordu kendini ve son
derece hoşnuttu bundan. Ayrıca tek boyutlu değil, beş, altı boyutlu bir
karakterdi o. Tabii ki kendini kötü yazılmış milyonlarca romanlardan birindeki
karaktere benzetmiyordu, defalarca kez okuduğu o güzel romanlara aitti.
“Bir şeyler ister
misiniz?” diye sordu oturduğu kafeden bir garson. birkaç saattir bir
şey içmiyordu Sakıp.
“Bir kahve alabilir
miyim? Sütlü... Sütlü olursa çok sevinirim. Bir de… Kurabiye varsa ondan da rica edebilir
miyim?”
“Tabii.”
Pişman oldu, "Rica
edebilir miyim?” diye bir soru olmazdı ki. “Rica edeyim.” der, “Alabilir
miyim?” der, eğer çok kibarsa “Lütfen alabilir miyim?” diyebilirdi insan. Rica
etmek rica edilmezdi ki, en azından Sakıp’a göre.
“Neyse…” dedi kendi
kendine, bir romanda gibi hissetmeye çalıştı tekrar, az önce girdiği ruh
halinden bu kadar hızlı çıkmayı beklemiyordu. Sahneyi tekrar canlandırmak istedi.
“Bir şeyler ister
misiniz?” diye sordu oturduğu kafeden bir garson. Aşağı yukarı bir saattir bir
şey içmiyordu Sakıp.
“Her kötü olayda bu kadar çok
yıkılmayı istemezdim sanırım.”
“Pardon? Çay veya kahve…
Hepsi bu”
“Yok, güzel olmadı.” deyip
geri çekti bu cevabı. Bu haliyle anca kütüphanelerde bir nüshası dursun diye
basılan kitaplardan olurdu.
“Nasıl yani Beyefendi?”
dedirtti bu sefer de garsona. Kendisine de fiyakalı bir cevap bulmalıydı.
“Kaç yaşındasın evlat?”
“Evlat” kelimesinden pek
emin olmasa da, şimdilik kalabilecek bir cümleydi bu.
“24. Neden sordunuz?”
“Güzel… Yıkılma evlat…
Yıkılacaksan da güzel yıkıl, ‘ne de güzel yıkıldı be!’ desinler arkandan.”
Güldü. Bu diyalog
duvarlara yazılır, belki dizilerde kullanılırdı. Hele de davudi sesli bir jön
bulduk mu, cümle alem izlerdi bu sahneyi.
Ama romana uymazdı.
Okuduğu büyük
romancılardan utandı birkaç saniyeliğine, sonra geçti. Kendi hayatından bir
kesit yazmak pek de mantıklı bir fikir değildi belki de, objektif olamıyordu.
En zekice cevapları kendisine saklıyor, karşı tarafı aptallarla dolduruyordu.
İnsanın temel davranışının bu olduğunu düşündü, “Kendinden başka herkes
aptaldır.” düşüncesi farklı şekillerde tezahür ediyordu.
“Güzel tespit.” dedi, bu
tespiti ancak büyük romancılar yapabilirdi ona göre. Kendisiyle gurur duydu. Dostoyevski
de bir yerlerde kadeh kaldırıyordu ona, emindi. Bu tespitine rağmen, hala çok
zeki olduğunu düşünüyordu.
Garson sütlü kahveyi ve
kurabiyeyi getirmişti. Daha masaya koyamadan “teşekkür ediyorum.” dedi Sakıp,
fakat garson bırakın cevap vermeyi, bunu duymamış gibiydi. Tekrar seslendi.
“Teşekkür ediyorum.”
Garson sanki bir robot
gibiydi, “Ne diyorsun be adam? Kahveni iç defol git işte.” dercesine süzdü
Sakıp’ı. Bunu romanına yazamayacağını düşündü, bu düpedüz ikinci sınıf bir
kabalıktı çünkü. Buna biraz aksiyon katmak gerekirdi.
“Birader, teşekkür ettik.
Duymuyor musun sen?”
Yok, yok. Bunu diyebilecek
kadar gözü karartmamıştı henüz. Hayatı boyunca bir kere bile kavga etmemişti, hiçbir
olayda şiddete başvurmak istemezdi. Bu şiddet karşıtlığı kavga edememesinden mi
geliyor yoksa kendisinde bir ilke olarak mı bulunuyordu, emin değildi. Durdu,
bu da güzel bir tespitti. Romanlaştırdı.
“Kavga edemediği için şiddetten
çekiniyordu, eğer biraz olsun kavga edebilse, en kavgacı o olurdu hiç
şüphesiz.”
“Vay be!” dedi içinden,
belki her gün başkasının dudağından çıkan “Sınanmadığın günahın masumu
değilsin” cümlesini biraz değiştirip sunmuştu. Ama ne yapabilirdi ki? Hep
demezler miydi, “Gök kubbenin altında söylenmemiş söz yoktur!” diye? Bu söz
bile en az on kişiye atfedilirken, söylenmemiş bir söz söylemek mümkün olabilir
miydi? Bu cümle özgün bile sayılırdı. Bunları düşünürken, garsona olan
sinirinin geçtiğini fark etti, zaten garson çoktan başka bir sipariş için
hazırlanmaya gitmişti bile.
“Roman yazmak da zor işmiş
ama be!” diye söylendi kendi kendine. Kolay olsa kendisi dört tane yazardı
zaten, iyi bir okuyucuydu çünkü. Konu düşündü kendine, aklına orijinal bir konu
getiremedi. Biraz beklemeliydi belki de, bir dakikada roman yazacak hali yoktu.
Etrafı dinlemeye başladı.
“Bak sana bir şey
söyleyeyim Aslı… Sa… Adı batsın! ‘O’ insan olsaydı beni bir kez olsun
ağlatmazdı. Allah onun bin türlü belasını versin!” diyordu bir kadın, gözleri
yaşlıydı. Diğer masaya kulak verdi bu kez.
“Ya birader, ben ne
yapacağım ki daha? Ne yapayım yani, ne yapayım? On yıldır birlikteyiz, elimden
geleni yapıyorum ama artık pilim bitti.” diyordu bir adam, alnındaki ter
damlaları belli oluyordu.
Güldü Sakıp. Sanki
birbirileri için konuşuyorlardı farkında olmadan ama şaşırılacak bir şey
değildi bu, kader özgün olamazdı ki zaten. “Gök kubbenin altında yaşanmamış
olay yoktur.” dedi bu sefer ve gerçek bir gururla kaplandı içi. Güzel bir sözü
çok daha güzel hale getirdiğini düşünüyordu. Etrafı incelediği ilk dakikada
güzel bir şey bulmuştu.
“Romancı, etrafını
dinlemelidir.” diye bir aforizma savurdu, dördüncü romanını yazmış bir romancı
edasıyla.
“Ya bir de kendini akıllı
sanmıyor muydu? Dangalak herif! Kafasının falan da çalıştığı yoktu Aslı, bakma
sen. Ne yapsa elinde kalıyordu yahu! Hani bir şirket açmıştı ya, batırdı onu,
batırdı! Neye elini atsa kurutuyordu. İçtiği suyu kuruttu, gittiği yerde otu
bitirdi! Ama bir şey söyleyeyim mi? Hala özlüyorum namussuzu!”
Durdu Sakıp. Şüphelenmeli
miydi yoksa bunun romanlık bir tesadüf olduğunu mu düşünmeliydi, kararsızdı. Sarsılmıştı
ama nedenini bilmiyordu. Karşılaştığından mı, kaderin özgünlüğünden mi… "Ot biter." diye fısıldadı kendi kendine.
Oturuşuna çeki düzen verdi.
“Garson, bir baksana birader artık!” diye bağırdı birden, bunu kendisinden beklemiyordu. “Birader”
kelimesini belki de hiç kullanmamıştı hayatında, bu üslubu hiçbir zaman tercih
etmezdi.
“Efendim Abim!” diye koşa
koşa geldi, az önceki garson.
Suratına baktı, az önceki mağrur
tavrından eser kalmamıştı garsonun yüzünde, Sakıp ise bir hayli meymenetsiz bir
suratla bezenmişti.
“Teşekkür ediyorum, duymuyor
musun be!”
“Nasıl Abim, anlamadım?”
“On kere teşekkür ettik,
insan bi’ ‘Rica ederim.’ demez mi yahu?”
Durdu… Utandı kendinden.
Ufacık bir meseleyi bu kadar büyütmenin ne anlamı vardı? Adam günde 10 saat ayakta
durup bin kişiye hizmet veriyordu, bir de onu mu düşünecekti?
“Kusura bakmayın…” dedi,
mahcuptu.
“Yok Abim benim, kusura
bakma. Az önceki arkadaşın ayıbı.”
“Nasıl yahu? Sen değil
miydin o?”
“Yok Abi, o arkadaş çıktı
az önce. Bana benzetirler ama, doğrudur.”
Anlam veremiyordu. Canı da
bir hayli sıkılmıştı.
Defterindeki sayfayı kopardı.
Eşi içeriden sesleniyor,
yemeğin çoktan hazır olduğunu söylüyordu.
Bu kısa öyküye bir isim
vermeliydi, düşünmeye başladı. Absürt bir şeyler olmalıydı, öyle her zamanki gibi
ilk aklına gelen ismi yazmamalıydı.
“’Çay-Kahve Enteli’ mi
olsa acaba?” diye düşündü.
Eşi içeriden seslendi
yine, yemek çoktan hazırdı.
İliştirdi kâğıda düşündüğü
ismi, şimdilik “Çay-Kahve Enteli”ydi bu öykünün adı.
Saate baktı, 19.55’i
gösteriyordu. Romancı her gün en az yarım saat yazmalıydı. Yazma rutini
bittiğine göre, yemeğine gidebilirdi. Bu yazdığı nüshayı, bir gün bir romana
dahil ederdi belki de, kim bilir?
4 Haziran 2022 Cumartesi
yollar
sabahın erken saatlerinde karıştım şehre bu sefer,
henüz yollar tükürüklerle kirlenmemişken,
"bir kez" dedim, "bir kez de ben",
ıslattım yolları, henüz bütün bir kent uykudayken.
içimde suç işlemenin verdiği o hain haz,
dilimde başkalarını kınadığımda kullandığım o beylik sözlerim.
siz de biliyorsunuz, niyetim kötü değil.
ama yine de, yaptıklarım için özür dilerim.
-mesele tükürük değil-
19 Mart 2022 Cumartesi
ankara
sık sık kavga ettik, bilirsin.
bilmem ondan mıdır ama,
ben de senin gibi ikinci çocuktum,
-biraz kırık, biraz başıma buyruktum-
biliyor musun ankara?
yıllar geçti ve ben,
sana olan bütün kinimi unuttum.
5 Mart 2022 Cumartesi
Tek Başına
İnsan sadece parada, şöhrette veya statüde rekabet etmez, mutlu olmak isteği de insanlığın belki de en temel davranışlarından biri olan rekabetin en üst düzeyde yaşandığı sahalar arasındadır.
Mutsuz olmaktan çok daha can sıkıcı bir şey varsa, o da herkesin mutlu olduğu bir anda tek başına mutsuz olmaktır. Belki herkesin aksine içinde bulunduğu durumu hak etmediğini düşünür insan, belki de daha saldırgan bir tavırla başkalarının mutluluğunu kıskanır, hırslanır ve onlardan geri kaldığı için bir daha üzülür. Anormal de değildir aslında, çünkü birçok davranışımız başkalarından geri kalmamak arzusundan kaynaklanır.
Örneğin herkesin benzer ücretleri aldığı bir iş yerinde kimse olağanüstü bir şey yapmak için uğraşmaz. Zira önünde bir şeyleri başarsa bile yükselebileceği bir alan bulamaz ve öte yandan, yakın çevresinde gördüğü herkesle benzer şartları taşıdığından, onun için normal o olur. Ancak içlerinden biri bile yüksek maaş alırsa veya terfi ederse, artık bu durum kötü bir hal almaya başlar. İnsan doğal olarak suçu kendinde, arkadaşında veya işvereninde arayacak, ya rekabet edip maaşını yükseltmeye çalışacak ya da motivasyonu düşüp dibe doğru bir yolculuğa çıkacaktır.
Mutsuzluk hali bundan çok da farksız değildir. “İnsan, çevresindeki beş kişinin ortalamasıdır” der Jim Rohn ve haklıdır da. Eğer bir arkadaşlık grubunda herkes mutsuzsa, bir diğer deyişle mutsuzluk salgın halindeyse buradan büyük bir problem çıkmaz, hatta içten içe bu durum insanın kendini iyi hissetmesine sebep olur. Ancak birinin mutluluğundaki görünür artış bütün dengeleri değiştirecek, ortalama bozulacak ve bu durumdan iki taraf da olumsuz etkilenecektir. Çünkü bu durumda mutlu olan mutluluğunu gizlemeye çalışacak, mutsuz olan ise (erdemlilikten kırılmıyorsa) arkadaşının mutluluğuyla mutlu olamadığını gördüğünden vicdanen kendini sorumlu hissetmenin ağırlığı altında, bir de mutsuzluğunun artışıyla baş etmek zorunda kalacaktır.
Burada “mutluluktan mutlu olamayan insan”ı vicdanen sorumlu tutmalı mıyız, emin değilim. Bu sorumluluğa, sırf rekabet insan doğasında var diye, “insan doğasına uygun olan bir şeyden özür dilenmez.” gibi tutarsız bir görüşle karşı çıkmayacağım tabii ki, çünkü bir hareketin insan doğasında bulunması onun doğru olduğu anlamına gelmez, bizzat insan doğasında bulunan birçok hareket vicdanen kınanmaya layıktır. Ancak buradaki düşüncenin çoğunlukla “o mutlu olmayı hak etmiyordu, ben hak ediyordum!” gibi karşı tarafı yöneltilen yıkıcı bir düşünce olduğunu sanmıyorum. Çoğunlukla arkadaşının mutluluğundan mutlu olamamak, mutsuz insanın kendine yönelttiği yıkıcılığı taşır. Benzer şartlardaki arkadaşının aksine “mutlu olmayı bilemediği” veya “hak etmediği” için insan kendini suçlamaya başlar. Ancak tabii, karşı tarafı yıkmaya yönelik bir düşünce vicdanen sorumlu tutulmaya layık bir düşüncedir.
“Peki bu his yenilebilir bir şey midir?”
Rekabetin yıkıcı etkisiyle baş etmek pek mümkün görünmüyor, bu histen tamamen arınmak özellikle bugün için bir hayli zor. Hepimiz bir yerlere yetişmeye çalışıyor, bir şeyleri başarmanın ötesinde, “başarısız görünmeme”yi istiyoruz. “Her şeye geç kalıyorum!” korkusu, insanı içten içe tüketirken, bir yandan da sabah kalkıp bir şeyler için çalışmayı zorunlu kılıyor. “Geç kalmak” dediğimize göre -fark edilebileceği üzere- kişinin kendisinden ziyade, başkalarını düşünerek yaptığı eylemler burada da bizi buluyor. Tabii, burada insanın başkaları için başarılı olma isteğini kötü bir şey olarak lanse etmiyorum, zira insanın sadece kendisinin bileceği başarı, tuzu dışında her şeyi güzel bir yemekten farksız. İnsan, ne kadar güzel olursa olsun o tuzu arıyor. Ama o tuz bazen, insanı yemekten de ediyor.
Sanırım bir araba şey yazıp, “her şey kararında güzel” ana fikrine erişmek pek güzel değil ancak yapacak pek bir şey yok sanırım, kural böyle… Her şey kararında güzel…
Görüşmek dileğiyle.
23 Şubat 2022 Çarşamba
Savaşa Tutulan Bir Ayna: Band of Brothers
Dikkat! Spoiler içerir.
Savaş üzerine uzun
tanımlar yaparak başlayacağım bir yazı, haklı olarak “tanım yapmak sana mı
kaldı?” sorusunu beraberinde getirecektir. Evet doğru, zira çoğu zaman savaş
üzerine konuşanlar, savaşı hiç görmemiş olanlardır. Savaşı görenler -anladığım
kadarıyla- savaş konuşmaktan çoğu zaman kaçınırlar. Ben, en azından bu yazı
için (sanıyorum ki savaşı da görmediğimden) bundan kaçınmayacağım.
"Savaşlar her zaman
ilgi çekici, çünkü savaş, bütün duyguların son derece yoğun ve sansürsüz bir
şekilde tezahür ettiği bir alan, bir trajedi yumağı. Belki de bu nedenledir ki,
her savaş dizisi veya filmi farklı bir heyecan doğuruyor insanın içinde, kalitesi
ne olursa olsun farklı pencerelerden gösterilen mücadeleler halen dikkate değer
görülüyor. Hele ki oluk oluk kanın aktığı II. Dünya Savaşı… O kadar farklı
pencereden anlatıldı ki bu büyük savaş, herhalde savaşın içerisinde görev almış
bir askere bugünkü külliyatı izletebilseydik o bile şaşırırdı, "savaş
böyle bir şey miydi yahu?" derdi belki de.
İşte bu farklı farklı
pencerelerin arasından öne çıkabilmek ve bir yer edinebilmek asıl zor olan şey
ve görünüşe göre Band of Brothers bu pencereler arasında en özel yerlerden
birinde duruyor. Gelin, bu dizinin hangi yönlerle öne çıktığına bir bakalım[1].
En başta, Steven
Spielberg ve Tom Hanks isimleri, bu dizinin tek başına ilgi çekici olmasına
yetiyor tabii. Er Ryan’ı Kurtarmak filminden tanıdığımız bu ikili, dizide
yapımcılık koltuklarından ikisini işgal ediyor, 5. Bölümde ise yönetmen
koltuğunda Tom Hanks’i görüyoruz.
Ancak dizi yalnızca bu
büyük iki ismin arkasına sığınıp geride kalan unsurları boşlamamış. Diziyi
bitirdikten sonra “bu diziyi nasıl özetleyebilirim?” diye düşündüğümde, aklıma
gelen ilk şeyin “gerçekçilik” olduğunu söylemeliyim. Biliyorum, savaşı hiç
görmeyen biri için “çok gerçekçi” demek biraz komik ancak dediğim gibi artık o
kadar çok şey tüketiyoruz ki savaşla ilgili, savaşın nasıl bir şey olduğu
konusunda belki de savaşmakta olan bir askerin düşündüğünden çok daha fazla şey
düşünüyoruz. Zira, bir şeyin içindeyken duygular o işi mantık çerçevesinde
düşünmekten alıkoyuyor, daha çok o işi yapmaya odaklanıyoruz. Hele ki her gün
sıcak çatışma şeklinde, ağır kayıplar altında gerçekleştirilen bir savaşta bulunan
asker, bırakın savaş üzerine düşünmeyi, “gerçek”likle bağını ne derece
koruyabiliyor, o bile tartışılabilir. Bu nedenle, müsaadenizle “gerçekçi”
tanımını bu diziye yakıştırıyorum.
Dizide gerçekçilik kaygısı öyle bir seviyede ki, bazı sahnelerde son derece dramatik olarak sunulabilecek unsurlar, olup biten herhangi bir olaydan farksızmış gibi sunuluyor. Örneğin, savaş psikolojisini göstermek bakımından en çarpıcı karakterlerden biri olan Albert Blithe’ın vurulduğu sahne dakikalarca bir dram hikayesi olarak aktarılabilecekken, her şey hemen olup bitiyor ve biz yalnızca bölüm sonunda ufak bir bilgilendirme notuyla karşılaşıyoruz[2], dahası yok. Bu durum açıkçası başlangıçta benim için rahatsız ediciydi, “ya kardeşim, adam öldü! Ne bu rahatlık?” diye ekran başında o adamın yad edildiğini görmek isterken, dizi bu isteğimi pek de umursamadı. Ancak sonradan bunun aslında ne kadar zor ve önemli bir anlatım tekniği olduğunu fark ettim. Yukarıda bahsettiğim gibi, savaş zaten bir trajedi yumağı demek. Var olan bir trajediyi daha da “dram sosu”na bulamakla vakit kaybetmiyor bu dizi, zira halihazırda her şey apaçık bir şekilde travma, trajedi ve dramdan oluşuyor. Daha fazla gözyaşı, “ağlatacak” dramlar, dizinin -bence temelinde yer alan- saf gerçekçilik kaygısıyla uyuşmayabilirdi. Ki öte yandan, bu büyük savaşta ölüm son derece sıradan bir şey, yaşamak ise olağanüstü. Belki de bu yüzden Band of Brothers, ölümü sanki ilk defa yaşanıyormuş gibi anlatmaktansa, her şeyin sıradanlaştığını bu şekilde anlatmayı tercih etmiş. Bu yol hem takdir edilesi hem de cesaret isteyen bir yol, tebrik ediyorum (tebriğimi duyan Spielberg sevinçten havalara uçmuş mudur?).
Karakterlerin aktarılış biçimlerini de bu kaygı bağlamında ele almak mümkün. Düşünelim, dizinin temelinde yer alan fikir o kadar zengin bir şekilde işlenebilir ki, seyircinin beğenmeme ihtimali çok düşük. Şöyle ki, bir grup başarılı, “kahraman” asker, başlarından geçen olaylarla yavaş yavaş şekillenen bir yolculuğa çıkıyorlar. Yolculukta karşılaştıkları her şey kendi gelişimlerine hizmet ediyor, hepsi birbirinin “mentor”u, bir diğer deyişle akıl hocası. Dolayısıyla, sadece birbirileri arasında gerçekleşen, kâh komik kâh ciddi bir şekilde verilebilecek diyaloglar bile diziyi sürükleyip götürebilirdi ancak dizide bunla yetinilmemiş, bütün karakterler peyderpey aktarılıyor. Hiçbirinin başrol olmasına gerek yok, zira hepsi “Easy Grubu”nun birer ferdi olarak, teorik olarak zaten başroller. Dizi bunu çok iyi bir şekilde vermiş. Tabii ki Winters, Nixon gibi karakterler izleyen için çok daha cazip fakat dizi burada da “madem ana karakterler iyi, gösterelim gitsin.” Demiyor, bilakis diğer askerleri ön planda tutuyor, kimi anlarda “şu Winters ile Nixon ne durumda, bir görsek!” dedirtiyor. Hatta bir zaman sonra “konsept” diyebileceğim bölümler yapılmış, örneğin bir bölümde bölüğün doktoru Eugene’e odaklanılıyor, bir diğer bölümde aslen tutuk, hatta korkak bir karakter olarak yazılmış Blithe’a odaklanılıyor, onların psikolojik gelişimlerini anbean görüyoruz ve bu yansıma gerçekten mükemmel.
Bir diğer mevzu ise,
propagandanın olmaması veya olsa bile bunun makul bir çerçevede gerçekleşmesi.
Yoktur demek belki çok doğru olmayabilir zira her yapım bir ideolojinin
aktarımıdır aslında, yönetmenin, senaristin, diğer görevlilerin, hatta bazen
oyuncuların ideolojik dünyaları yapıma yansıyabilir, bu bazen devlet lehine
propaganda olarak algılanabilir, bazen aleyhine. Fakat Band of Brothers
özelinde konuşulduğunda, propagandanın bir hayli az olduğunu düşünüyorum. Örneğin
bir sahnede müttefiklerin bir Nazi mangasını[3] kurşuna dizdiğini
görüyoruz. Tabii bir savaşı konu alan dizide veya filmde propagandanın
olmadığını belirtmenin en kolay yolu, esirleri kurşuna dizmektir ki bu yapım da
belki bu amaçla böyle bir sahneyi çekmiştir, ancak her ne olursa olsun bu
hareket bile II. Dünya Savaşı’nın -birçok an için- taraf tanımadığını iyi bir
şekilde gösteriyor. Taraf tanımama demişken, bu mevzuyu dibine kadar hissettiğim
bir sahne olarak teslim olan Nazi generalinin yaptığı konuşmayı içeren sahneyi
gösterebilirim. Oradaki Nazi generalinin konuşması, üniformaları değiştirip
Easy Bölüğü’ne karşı yapılsa, hiçbirimiz şaşırmazdık herhalde, değil mi? Bu
sahne bile, savaşta iki tarafın da kimi zaman birbirine benzediğini gösteriyor
sanırım.
Gelelim bu yapımın benim
için pek iyi olmayan taraflarına… Pek iyi olmayan diyorum çünkü dizi gerçekten
mükemmel, iyi olmayan tarafları biraz zorlamayla çıkabiliyor.
İlk olarak, yukarıda da
söylediğim, her şeyin derin bir gerçekçilikle sunulmasının -başlangıç için-
rahatsız ediciliği. Yapımın diline hâkim olunamadığı süre zarfında bu durum
gerçekten şaşırtıcı. Hele ki birçok yapımda savaşın zaten mevcut olan dramatik
tarafının daha da pompalandığını gördüğümüz için, bu benim için son derece
ezber bozucu oldu. Fakat bu durum, sonradan hayranlık verici bir husus olarak
karşımıza çıkıyor.
İkincisi, belki de bir
bölüğü çok kısıtlı bir süre içinde aktarmalarının dezavantajı olarak, ilk birkaç
bölümde karakterleri karıştırabiliyorsunuz. O kadar çok isim ve birbirine
benzeyen yüz var ki, bir zaman sonra “bu doktur muydu yahu?” diye
sordurabiliyor, bu durum da hikâyeye belli bir aşamaya kadar girilememesine yol
açıyor. Tabii bu benim hafızamın beceriksizliğinden kaynaklanmış da olabilir,
emin değilim.
Özetle, Band of Brothers,
başlangıçta “bu muydu yahu?” dediğime beni pişman eden bir yapım oldu. Tavsiye
edilir efendim… Gerçi, bu yazı bol bol spoiler içerdiğinden, diziyi
izlemeyen birinin bu yazıyı okuması zor ama yine de, biz üzerimize düşeni
yapalım.
Görüşmek üzere!
x
[1] Bu yazıda aslında bir dizinin
bütününü incelemekten çok, dizide özellikle ilgimi çeken yerlere değinmeyi tercih
ettim. “Gördüğümüz görüntüler mükemmel”, “yönetmen çok iyi iş çıkarmış” gibi ilk bakışta görünen şeyleri yazmaya gerek duymadım, ta ki bu dipnotu yazana kadar…
[2] Bölüm sonundaki bilgilendirme
notunda Albert Blithe’nin ölüm tarihi 1948 olarak verilse de, Blithe 1967
yılında hayatını kaybetmiş. Band of Brothers adına hayranları
tarafından açılmış Wiki sayfasında yazana göre, Easy Bölüğü’ndeki
arkadaşları Blithe’a ne olduğunu bilmiyormuş, Blithe’ın 1948 yılında
savaş yaraları nedeniyle öldüğünü düşünüyorlarmış. Band of Brothers kitabının yazarı Stephen Ambrose bu düşünceyi doğru kabul edip kitabına almış, haliyle kitaptan esinlenilerek
meydana getirilmiş dizi de bu yanlışa düşmüş. Ancak Blithe’ın ailesinin
girişimleriyle kitabın sonraki baskılarında bu hatadan dönülmüş.
Bkz.
https://wikiofbrothers.fandom.com/wiki/Private_Albert_Blithe#False_death
[3] Mangadır herhalde yahu, değil
midir?
27 Eylül 2021 Pazartesi
Sahne
giz kalkıyor bütün bir şehrin üstünden,
çok geçmeden beliriyor insanlar orada burada.
ilk kelimeler çıkıyor ağızlardan,
ve hepsi bir bir takıyor maskelerini bir ritüel halinde.
kimi bir güler yüzü seçiyor, kimi bir hayırseveri,
ben mi?
ben de sevinç ve heyecanla seçiyorum maskemi,
bugün için diğerkam ve mutlu bir karakter beğeniyorum kendime.
kapılar açılıyor sokağa yavaş yavaş,
kimi kahvesini yudumlarken balkondaki iskemlesinde,
kimi adım adım canlanan şehrin içine karışıyor.
ayıplanıyor bağıran küçük çocuklar, suçun ve masumiyetin birbirine karıştığı caddelerde,
bazen büyükleri de içine alıyor bu kınanma kervanı,
bütün insanlık kınama koltuklarında oturuyor ve
en ufak bir hatasında kınıyor kusuru olmayan birini,
ben mi?
ben de bağırıyorum,
ben de kınıyorum büyük bir zevkle!
gün bitiyor saatler sonra, artık dağılma vakti.
kimsenin duymadığı küfürlerin çınladığı iş yerlerindeki mesailer sona ermiş,
büyük bir ustalıkla yerine getirilmiş roller.
evler doluyor yavaş yavaş,
mutfakta içiliyor kahveler ve çaylar, balkonlar bomboş.
sokaklar kedi ve köpeklerin himayesinde artık.
dışarıda büyük bir sesle atılan kahkahalar,
yerini dedikodu ve kötü sözlere bırakıyor içerde.
maskeler uygun bir yere kaldırılıyor yarın tekrar takmak üzere.
ve pürüssüz bir ifade kalıyor herkesin suratında:
kiminde büyük bir kibir,
kiminde büyük bir kıskançlık.
yarıya iniyor insanlığın nüfusu, hatta daha da aşağıya.
zira kaybediyor fazladan yüzlerini insanlar,
üçler ikiye,
ikiler bire iniyor.
yüzler tek artık.
tanınmaz hale geliyor insanlar sabahtan akşama.
dışarıda kınanan insanlar hüzün dolup giderken evlerine,
aynalar kınanacak insanlarla doluyor.
ne de garip bir sahne hayat!
alkışlar en iyi rol yapanlara gidiyor hep.
rol yaptığını fark ettirenler büyük bir zevkle yuhalanıyor,
ve nihayetinde,
her oyuncu, seyircisi oluyor bir başka yuhalananın.
perde kapandığında,
herkes çekildiğinde odasına,
çoğu şeyin bir rolden ibaret olduğunu bilse de insanlar,
büyük bir kararlılıkla devam ediyorlar gün doğunca;
heyecanla ısmarladıkları maskeleri takmaya.
ve bütün bunların arasında ben,
-belki diğerlerinden farklı olarak-,
hiç çıkarmadan duruyorum maskemi.
tekamülüm bitmiş nihayet ve eminim,
"bir" yüzüm var artık.
11 Eylül 2021 Cumartesi
Acının Kontrolü
Bir insanın karşılaştığı olaya vereceği tepki ve yaşadığı olayın ardından içine gireceği psikolojik durum olayın kendisinden bağımsızdır. Kimi olaylar insana derin bir acı verebilir fakat bu durum çoğunlukla acının kendisiyle ilgili değildir, doğrudan doğruya kişinin verdiği tepkiyle alakalıdır. Tabii ki gerçek bir travma yaratmaya aday olan acılar bu sınıflandırmanın içerisine girmez, zira bu acılar çoğunlukla insan ayırt etmeksizin herkesi etkisi altına alabilecek güçtedirler ancak bir insanın bu acılar dışındaki acılara karşı savunmaları, kendi “bağışıklık”larını gösterir. Vurdumduymaz bir kişinin birkaç dakika içerisinde unutacağı bir durum, hassas bir insanda etkisi uzun bir süre devam eden bir duruma dönüşebilir. Ancak burada, bağışıklığın dışında büyük bir etkiye sahip olan bir faktör daha vardır ki, o da toplumun beklentisidir çünkü toplum, insanın çektiği acılar karşısında vereceği tepkiyi bile kontrol altında tutmak ister. Örneğin, en yakınını kaybetmiş bir insanın bu durum karşısında ağlamaması hatta ağlasa bile ağlamanın “belli bir yaş damlası miktarına gelmemesi” toplum tarafından kınanır. Bunun sebebi, toplumu oluşturan bireyler için bu insanın artık güvenilmez olarak işaretlenmesidir. Topluma göre, yakınını kaybettiğinde yasını belirgin biçimde tutmayan insan duygusal anlamda sakattır ve böylesine güçlü bir acı karşısında bile “açık şekilde” reaksiyon göstermeyen insanın yaşayanlar için de üzülemeyeceği düşünülür. Bu durum anlaşılabilir olmakla birlikte muhtemelen pek de mantıklı olmayan bir şeydir. Toplumun yas tutan kişiye karşı verdiği tepki, geniş bir empati ağına benzetilebilir. Toplum, kendisini ölen kişi yerine koyar ve bundan bir beklenti devşirir.
Empati denen şeye toplum tarafından yüklenen anlam, bireyin hakimiyet alanını kısıtlarcasına genişlemiştir, zira empati her ne kadar güzel bir anlam içerse de, günün sonunda insanların kontrol edilmesine de yarar. Bu doğaldır, çünkü toplum kontrol edebileceği her şeyi kontrol etmek ister ve bu kontrol çoğu zaman bilinçsiz gelişir. Fakat burada ironik olan, toplumsal düzeyde böylesine kutsanan bir kavramın bireylerin arasında nadiren görülmesidir. Empati, çoğunlukla kutsallaştırılan fakat çoğunlukla kimse tarafından kullanılmayan bir yeti olmaktan kurtulamamıştır. Bu duygu, “herkeste bulunması zorunlu olan bir duygu” olarak işaretlense de, insanlar bu sözü söylerken kendilerini bu “herkes” sınıfı içerisinde hissetmezler. Kısacası, birçok kimseye göre empati bir başkasında bulunmalıdır, kişinin kendisinde değil. İşte acıya yüklenen anlam da budur. Acı kutsallaştırılır, herkes tarafından çekilmesi gereken bir duygu olarak işaretlenir fakat kimse tarafından çekilmek istenmez. Birçok insan yakınını kaybeden bir kişinin cenazeden sonra akşam eve gittiğinde ne halde olduğuyla ilgilenmese de cenaze esnasında dökülmesi gereken gözyaşının miktarıyla ilgilenir. Çünkü, empatide olduğu gibi burada da acı, bir başkası tarafından “dibine kadar” çekilmelidir. Bu dip, o kadar derindedir ki, kişinin abartılı denebilecek tepkileri bile içten içe toplum tarafından takdir edilir. Acı, alkışlanır.
Az önce söylediklerimin bir istisnası olarak söylemem gerekir ki, acı, yas durumlarında çekilmesi zorunlu hissedilen bir duygu olarak da görünür. Bu sefer kişi, acıyı bir başkasında değil, kendisinde görmek ister. Kişi, o kadar üzüntünün içerisinde bir de “yeteri kadar” acı çekmediği için üzülür. Burada yeteri kadar acı çekmediği için üzülmesinin sebebi, kaybettiği kişiye karşı hissedilen bir mahcubiyet midir yoksa topluma karşı duyulan bir utanç mıdır, bir fikrim yok. Muhtemelen her ikisinin de payı vardır.
Sonuç olarak, birçok duygu gibi, acı da toplumun tekelindedir. Bu doğru veya yanlış olarak nitelendirilecek bir şey değil, yalnızca var olan bir şeydir.
Son olarak, tabii ki bütün bunları söylemek için allameicihan olmaya gerek yoktu fakat uzun süredir blog’da bir yazı yazmadığımdan, bu arayı bu yazıyla kapatmak istedim.
Görüşmek üzere.
20 Temmuz 2021 Salı
Metro
Bir renk paletini andırıyordu üstündeki tişört, kaynağı belirsiz onlarca leke, kazağa karakter kazandıran motifler haline gelmişti. Altındaki pantolon, yamalarıyla birlikte yeni bir pantolondu, kahverengiydi -en azından o an için, zira fabrikasından hangi renkle çıktığını bulmak ancak hummalı bir çalışmanın ardından mümkün olabilirdi-. Ayakkabısı yoktu, küçücük terliğin ucundan sarkan koca parmakları yolu silerek ilerlediğinden simsiyahtı artık, sadece bir parmağının ucu kırmızıydı, o da az önce ayağını yerdeki cama taktığı için. Gecenin buz kesici soğuğuna rağmen sefere yetişmek için koştuğundan, terler süzülüyordu saçlarının arasından ve bu koşuşturma günlerdir üzerine sinmiş kesif ter kokusunu uyandırmıştı. Bu kokunun etraftakiler tarafından duyulmaması mümkün değildi. Neyse ki bindiği metro gecenin son seferine kalkmıştı, koca vagona sirayet eden bu iğrenç koku, talihsiz beş kişi dışında kimse tarafından teneffüs edilmiyordu.
Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı, etrafındaki insanların ondan tiksindiğini düşünüyor ve bundan garip bir haz duyuyordu. Gün boyunca ofislerinde beyinleri patlayan insanların, başlarını hızla giden metronun camına dayayarak günün yorgunluğunu atmaya çalıştıkları bu birkaç dakikayı onlara zehir etmek... İstediği ve mutlu olduğu şey tam da buydu. Eve gittiklerinde günün yorgunluğuna söverken bir de bu kokuya söveceklerdi, gece "bunları mı çekeceğim her gün?" sorusu bu koku için de sorulacaktı, ancak sabah yine aynı şekilde işe gidilecekti, kaçış yoktu.
Karşısında bilmem kaç bin liralık takım elbisesiyle duran çocuğa baktı, "olsa olsa yirmi beş, otuz yaşlarında" diye geçirdi içinden. Bu çocuk gibi olabilme hayaliyle çalışmıştı senelerce, pahalı takım elbiseleri giyecek, herkesin ona saygı duyduğu bir ofiste çalışacak, aldığı maaşla istediği yerde, istediği yemeği ücretine dahi bakmaksızın yiyebilecekti. Eğer ani bir kararla bu hayata giden yolda yaptığı her şeyi çöpe atmasa, belki bu çocuktan bile iyi olabilirdi, hatta bir ihtimal metroya değil, kendi arabasına binip giderdi eve.
Çocuk, sanki kendisinden söz edildiğini duyarcasına kaldırdı kafasını, karşısında bembeyaz saçları ve lekelerle dolu bir kıyafetle oturan adamı gördü, sanki "buldum." diyordu içinden, "buldum bu kokunun kaynağını." Adamın kaç yaşında olduğunu kestirememişti, saçları seksen küsür yaşında bir ihtiyarı andırırken, duruşu ancak otuz beş, kırk yaşlarında birini işaret ediyordu. Durdu, saatlerdir çalıştığı için sepet gibiydi başı, yaş tahminiyle vakit geçirmek istemedi ve bu bahsi kapattı. Şimdi, hayal kurma vaktiydi, çalıştığı büroda müdür olduğunu düşündü bir an için...
Çocuk boş bakan gözlerini gezdirirken bir anda göz göze geldiler ve adam, çocuğa acıdığını hissetti bir anda. Yıllardır kendisine acımayla karışık merhamet duygusuyla bakan yüzlerce kişiden duyduğu rahatsızlık ona bir başkasına acımayla bakmayı zımnen yasaklamıştı ve şimdi, bu zımni yasak ilk defa delinmişti. Fısıldamaya başladı kendi kendine, en son ne zaman biriyle konuştuğunu hatırlamıyordu zaten.
"Git bakalım, senelerce git çalışmak istemediğin o ofise. Kaçta kalkıyorsun be oğlum, sabah 6'da mı, 5'te mi? Ne yiyorsun sabahları, yumurta haşlamaya kalıyor mu mecalin? Melul melul bakıyor musun her sabah aynaya, bir amaç arıyor musun devam edebilmek için? Ayda bir kere pizza yiyince ne diyorsun kendine, 'oh be, ne güzel doydum' mu? Değer mi be oğlum! Değmez... Değer mi? Vallahi değmez! Değmez!"
Birkaç saniyelik göz teması, çocuğun gözlerini kaçırmasıyla son bulmuştu ve bu durum yenilgiyi kabul ettiğinin bir göstergesiydi. Takım elbisesi üzerinde olmasa çok daha küçük gösterirdi zaten, maganda gibi "ne bakıyorsun ulan ters ters?" diyebilecek bir cesareti yoktu, kaçırmak tek çareydi. O sırada bir anons duyuldu.
"Gelecek istasyon: Demirevler"
Çocuk anonsu duymasıyla birlikte yenilginin bütün sonuçlarından bağımsız bir şekilde yavaş yavaş toplanmaya başladı, yan koltuğa serdiği el çantasını bacağının arasına koydu. Çocuğun toparlanmaya başladığını görünce, kendi kendine konuşmaya devam etti adam.
"Nerede insem bugün? Yenitepe? Esentepe? Hava soğuk bugün, tepelerde de kalınmaz ki, üşürüm yani..."
Her gün farklı bir yerde iniyordu ve nerede kalacağına semtlerin rakımına göre karar veriyordu, ona göre rakım birkaç metre yükselse bile havayı buz gibi yapmaya yeterdi. Dereceyle girdiği Lonbridge Üniversitesi'ndeki coğrafya eğitimini birinci sınıfta bırakmıştı ve rakım, öğrendikleri arasında aklında yer eden nadir şeylerden biriydi.
Aklına son üç durak arasında tepe olmayan tek durağın Demirevler olduğu ve bu durağa varmak üzere oldukları düştü, bir sağına baktı, bir soluna. Üşümek istemiyordu. Üşüdüğünde sanki aklını yitiricekmiş gibi hissediyordu zira, dişleri birbirine her vurduğunda aklından bir zerre daha çıkıyordu sanki. Karar vermeden önce düşündü, kapıların açılmasına anca birkaç saniye vardı. Düşünme vakti çoktan geçmişti, haddinden fazla bir telaşla poşetlerini toplamaya başladı, her hareketi, ter kokusunu daha da yayıyordu etrafa. Sanki bu durakta inmese, hayatı boyunca Demirevler'e asla gelemeyecek gibiydi. Poşetlerini tek tek kontrol etti hızlıca, dört farklı kütüphaneden yürüttüğü ve zar zor beş poşete sığdırdığı yirmi kitabı göz ucuyla saydı. Kütüphaneden yürüttüklerini çok geçmeden geri getirirdi, zaten o yüzden "yürütmek" derdi bu eyleme, kitapları birazcık yürütüyor, sonra geri getiriyordu.
Çocuk alelacele toplanan tekinsiz adamı görünce biraz daha panikledi, adam onun için hazırlanıyordu sanki. Yere bir şey düşürmüş gibi eğildi, havayı topladı ve yerine geri oturdu. Karar vermişti çoktan, bu durakta inmeyecekti, evi bu durağa on dakika uzaklıkta olmasına rağmen.
Kapılar açıldı, bir nefes sesiyle. Adam hızla çıktı kapıdan, çocuk içinden hem küfürler ediyor hem de oyuna getirdiğini düşünerek keyifleniyordu, zira hayatı boyunca böyle insanları yalnızca ikinci sınıf filmlerde görmüştü ve içinde bulunduğu durum ona göre tehlike içeriyordu. Ayaklarını koltuğun hemen altında topladı, canı sıkılmıştı.
Havada özgürce dolaşan ter zerrecikleri, adamın rüzgar gibi çıkışıyla kaynağını kaybetse de, hakimiyetini halen kararlılıkla sürdürebilecek güçtelerdi, birkaç dakika sonra biraz daha hafifleyecekti koku. Çocuk anlık bir rahatlamanın etkisiyle derin bir nefes aldı ve hemen sövdü ardından, zira ter, burnunun direğindeydi. Müdür olma hayali de sekteye uğramıştı bu birkaç dakika yüzünden. Keyfi kaçmıştı. Bir ses duydu hemen ardından, eve dönüş yolculuğunun en az yarım saat uzadığını bildiren bir sesti bu:
"Gelecek istasyon: Esentepe"
23 Şubat 2021 Salı
Bitme(!) Kalem
"Yok arkadaş, yok yahu!
260 lira verdim ben bu dolma kaleme, tam beş aydır maaşımdan ayırıp kenara az az para attım da öyle biriktirdim parasını, düşünün, maaşım 300 lira be benim! Yok işte! Yani, kalem var... Kalem var ama kapağı yok! Neye yarayacak kapağı olmayınca, bütün mürekkebi birkaç saat sonra kuruyacak. Hadi mürekkebini buldun, bir de ona para verip aldın diyelim. Ne yapacaksın bunu, cekete koysan ceketi boyar, peçeteye sarsan peçete dayanmaz, hadi dayandı diyelim, el âlem önünde peçeteden mi çıkaracaksın zebellaya rahmet okutan bir kalemi? Demezler mi yahu, 'görgüsüze bak hele, kalemi peçeteye sarmış' diye? Aynı kalemden bir tane daha alayım desem, Batı Almanya'daki akrabalardan yalvar yakar getirttim, bir daha yalvarmaya yüzüm yok. Hoş, param da yok.
Off... Nereden de heves ettim buna, yıllardır ucuz alıp defalarca kez değiştire değiştire kullandığım tükenmez kalem neyime yetmiyordu ki? 'Benim ne eksiğim var Murat'tan?' diye düşünen kafama taşlar düşsün. Sen kim, 260 liralık dolma kalem kim be!
Neyse, sakinleşmem lazım. Ne yapalım, yazacağız işte sabaha kadar. "Sen de ne cimriymişsin!" demeyin kardeşim bana, 260 lira diyorum! Bırakmam, vallahi de billahi de kuruyana kadar gözümü kırpmam, deli gibi yazarım. Durun gülmeyin, ya ne yapacaktım? Mürekkebini bırakacağım öylece, kuruyacak, sonra ben de yanıp giden kalemin mürekkebinin kokusunu teneffüs edeceğim, ciğerlerimi onunla dolduracağım, öyle mi? Yok öyle yağma!
Dur bakalım, düşüneyim biraz. Ne yazılır şimdi? İsmimi yazarak başlayayım bari:
'Arif'
***
Beş dakika bekledim masanın başında, ilham milham gelmedi, ismimden gayrı tek kelime yazamadım. Ya bu ağzından 'ilham'ı düşürmeyen yazar taifesi yalan söylüyor ya da bu meret bile adamına göre muamele ediyor, bilemiyorum. Ama elimi yüzümü yıkadım, şimdi bir kez daha geçtim masanın başına. Kararlıyım, inşallah şimdi gelecek, gelmek zorunda. Bu ne gibi biliyor musunuz? Sanki elimde dondurma varmış da yemediğim her saniye elime damlıyor gibi hissediyorum. Keşke elime damlasa gerçi, en azından kuruyup kalmazdı...
Bari kalemle vedalaşmadan önce, kısaca tanıtayım size bu nadide eseri. Hem ben de unutmamış olurum, kim bilir, seneler geçince kâğıdı gözyaşlarımla ıslatarak okurum bu satırları... Gerçi unutulur mu, 260 l... Neyse.
Gri bir kapağı var ama nasıl anlatsam, gümüş gibi. Sahtesinden değil ha, ne diyorlardı ona, imdasyon mu, yoksa imidasyon muydu? Öyle değil işte! Kuyumcuda tartıyla tartılıp satılan o gümüşler var ya, ondan. Ucu da sapsarı, altından. Konu komşunun düğününde taksan yedi sülalesi ihya olur, o derece. Anlayacağın, en kalitelisi buymuş. Tabii kalem kaliteli olunca, kuruması da öyle hemencecik olmazmış, kapağı kapatıldığı sürece. Kalemin gövdesi de gri, hatta 'gıpgri' diye bir kelime varsa eğer, öyle bir gri... Diğer bütün grileri kıskandıracak kadar güzel bir gri.
Kalem demişken... Açıklamama izin verin lütfen. Ben bu kalem işine düşecek biri değildim. İş yerinde bilmem kaç saat yaza yaza parmaklarım bükülüyor zaten. Bundandır ki, iş yerinden başka bir yerde elime kalem almam, tövbeliyim. Ama Murat denen, (affedin lütfen ama) meymenetsiz adam, öyle bir hava attı ki kalemiyle, sanırsınız divan katibiymiş de, vezirin sözünü geçiriyor kâğıda! Ben de ne yapayım, kıskanınca kıydım paraya, alıverdim. Daha bugün geldi, siftah dedik, bakalım dedik, yazalım dedik. Yarın arzıendam ettireceğim diye içim içime sığmıyordu ama görüyorsunuz, kapağını kaybettim işte, yok!
Bir dakika...
Acaba kapaksız geldi de ben mi hatırlamıyorum?
Yok canım, olur mu öyle şey? Kaç kere denedim kapağı tam kapanıyor mu diye, kapağı vardı.
Kusura bakmayın, insan eline böylesine kaliteli bir kalem alınca duramıyor. Yazarlık da böyle bir şey herhalde, alıyorlar ellerine pahalı mı pahalı bir kalem, yazıp duruyorlar sonra, çıkıyorlar sonra, roman yazdım, öykü yazdım diye. Yoksa insan durup dururken yazı yazar mı hiç?
***
Bir çay koydum, geldim. Kalemimi üç dört dakika kendi haline bıraktım ama baksanıza, tık demiyor, jilet gibi yazıyor vallahi. Neyse, devam edeyim.
İtiraf edeyim, sayfayı baştan sona okuyunca, kendimi yazar gibi hissetmeye başladım. Ha, dur, size bununla alakalı bir şey anlatayım:
Ben yazarlara deli derdim önceleri, bilir misiniz? 'Kendi kendilerine konuşuyorlar, karşılarında biri varmış gibi.' diyordum. Sonra da 'tonla para kazanıyorlar.' diye söylenip dururdum. Şimdi ben de o deliliğin içine düştüm herhalde, baksanıza, karşımda siz varmış gibi başladım yazmaya. Yazarlarla ilgili fikirlerim biraz değişmedi dersem yalan olur tabii. Ama şimdi de kitap okuyanlar bir garip gelmeye başladı. Yahu, zaten günlük hayatta yeterince insanla karşılaşıyorsun, niye roman okuyup daha da fazla kişiyle yüz göz oluyorsun ki? Kendi kendilerine zarar veriyorlar, haberleri yok. Bir de tutturmuyorlar mı, 'kültür efendim... kültür' diye, vallahi fıtık oluyorum. Bir kitap da kaç paradır, kim bilir! Gerçi kitabı boş verin, bir dolma kalem daha pahalı (hatta elimde tuttuğum en pahalısı), onu biliyorum. Bilmez olaydım!
Yazmak gerçekten de zevkli bir işmiş be! Bizim Murat denen adam da anca alsın önüne bir kâğıt, yüz tane imza atsın bir kâğıda. Soruyorum 'ne yapıyorsun?' diye, 'imza deniyorum.' diyor, israf be israf! Bir de yazdığı şey güzel olsa bari, nerede onda böyle kalem? Yani kalem derken, yazan kişi anlamında söylüyorum, yanlış anlamayın. Gerçi, bir ben okuyorum bunu, ben de yanlış anlamam herhalde.
Yazarların üzerine biraz daha düşüneyim...
Okunmayan yazarlar ne yapıyor acaba? Haydi ben farkındayım kimsenin beni okumadığını, onlar da duvara karşı konuşur gibi mi hissediyorlar ki?
Bu arada, yazarken düşünmek de mümkünmüş. Bülbül gibi şakıyorum, baksanıza.
Ne yazsam... Ne kaldı yazılacak?
Sabah 6'da kalktım bugün. Yahu şehri ben uyandırıyorum sanki, 6 nedir yahu? (Patron bir dakika geç kalırsan maaştan kesiyor, hele bir kalkma bakalım!) Kahvaltıda haşlanmış yumurta yedim, kayısı kıvamındaydı. Aslında ben çok pişmiş severim de, tutturamadım bu sefer.
Öğlen, iş yerinde tabldot çıktı. Pilav vardı, ama ne biçim pilav! Çocuk yese dişi kırılır, dede yese basar küfrü, 'taş mı yedireceksiniz bize' diye. Hee, mercimek çorbası güzeldi, onun hakkını yemeyeyim. Cacık vardı, bir de sulu köfte. Yemekler genelde güzel oluyor bizim iş yerinde, nadiren bozuyor, bugünkü pilavda olduğu gibi.
Akşam makarna yedim, bir de yanına salça kavurdum, sonra biraz da su döktüm üstüne, makarnanın üzerine koydum, off! Değme keyfime!
Gün bitti.
Saat 10'u geçiyor, 11'de uyusam... 7 saat uyur, uyanırım, o da bana yeter. Dur hele, alarm kurup geleyim, sonra unutuyorum.
***
Buldum! Buldum! Ne diyorlardı ona, Evareka... Evıreka mıydı yoksa? Evıreka! Evıreka!
Akıl alacak gibi değil yahu, kapağını kutusunda bırakmışım kaybederim diye, sadece kalemi almışım. Zeki adamım tabii, biliyorum huyumu.
Zaten değil sabaha kadar, beş dakika bile çekilecek çile değilmiş bu yazma işi. Yazarlık iyiymiş falan dedim de, insan kendini kandıramıyor ki, yazdığına inanamıyor! Yazarlar da kendi yazdıklarına inanmıyorlar demek ki.
Artık kararımı verdim, yazarlık delilik değil de, uydurukçuluk işi herhalde. Yoksa nasıl yazacaksın öyle koca koca şeyleri, dayanabilir mi yahu insan? Salla bir şeyler, inansın el âlem... Geçen bir arkadaş çıkageldi, sonra nedendir bilmem, konu bir anda kitaplara geldi. Laf aramızda, en sevmediğim muhabbettir kitap muhabbeti... Neymiş, bir adaya düşüyormuş da bilmem kaç yıl tek başına yaşıyormuş... Sonra bir tane adam geliyormuş adaya, bizimki de adını Cuma koyuyormuş... Yok daha neler! Adaya düşse ikinci gün telef olur be! Neydi onun adı, Robin Kruzo muydu? İnsanlar inanıyor mu acaba buna? Vallahi gülmekten çatlarım öyle bir şey varsa, kusura bakmayın.
Neyse... Fazla harcamayalım mürekkebini, malum, yarın arkadaşlara göstereceğim. Gel hele Murat, gel... Kalem gör kalem!
Aa, unutmadan tarihi de atalım... Ayın kaçıydı bugün yahu?
Hatırlayamadım. Neyse, 1963 yazıp geçeyim, kim okuyacak zaten!
Haydi eyvallah!"
Son düzenleme tarihi: 24.02.2021 19.13